29 Şubat 2012 Çarşamba

"Handokoka çe Mora"*

                                                                             Altuna Mamika'nın anısına saygıyla

Annem her zamanki hantal yürüyüşünden bir anda sıyrılıp patika yolun aşağısına, göz gözü görmeyen sisin içinden, dikenlerin arasına daldı. Benim yorgunluk sızıldanışlarım onu kaçırdı diye düşünmüştüm. Annem, şimdiki aklımla baktığımda çocuk avutmaktan sıkılan biriydi. Ama bazı çocuk yanlarıyla da oldukça eğlenceliydi. Yayla yolundaydık. Sıkı bir yürüyüşle beş saat sürüyordu yayla köyden. Henüz araba yolu yoktu şimdiki gibi. Sekiz dokuz yaşlarında bir çocuk için dayanılmaz yorucuydu bu tırmanış.

Önce çişini mi yapacak acaba diye geçirmiştim aklımdan. Sonra da görüş mesafesini iki metreye indiren sisin içinde bir ürküntüyle seslenmiştim. “Anne, anneeee!” diye bağırırken bir yandan da köydeki çocukların anneme “anne” dediğim için benimle alay ettikleri aklıma gelmişti birden, susmuştum sonra. Ortalıkta in cin top oynuyordu, hatta bu siste onların bile oyunlarını iptal etmiş olmaları gerekirdi. Bense birilerine alay konusu olurum diye, popomda soğuğunu hâlâ duyumsadığım bir kayaya dayanıp sessizce beklemeye koyulmuştum. Nasıl olsa çıkar gelirdi annem sisin içinden.

Sis yüzüme değdikçe demliğin kapağı gibi damlalar birikiyor, durup durup yenimle siliniyordum. Giysilerim ağırlaşmış, annemin aldığı, adına yazlık denen plastik pabuçların içindeki ayaklarım vıcık vıcık olmuştu. Ter ve nem karışmış, dinlendikçe ayaklarım soğumaya başlamıştı. Annemin giydirmek istediği pamuklu çorapları reddedip ponponlu beyaz çoraplarımı giydiğim için çoktan pişman olmuştum. Ama bu çoraplar beyaz yazlıklarla çok güzel oluyordu. Pötikareli eteğimin altına da gidiyordu. Annem bazen çok inatçı olurdu. İçime temmuz sıcağında kollu fanila ve uzun don giydirmişti. Sis bastırınca yanına aldığı kırmızı hırkamı giydirdiğinde gerçi hiç direnmemiştim. Ama yine de hoşnut olduğumu anlamasını istememiştim, onun haklı çıkması misket oyununda iki misket birden kaybetmek gibiydi.

Bir yandan da yayla nasıl bir şey diye merakım iyice kabarmaktaydı. Yaylada annemin “Mamika” dediği babaannesi vardı. Mamika’yı tanıyordum az çok, önceki tatillerin birinde görmüş olmalıydım. Bana göre o kadar yaşlı bir kadındı ki yayla yolunu nasıl çıkmıştı aklım bir türlü almıyordu. Hele bundan sonra iki saatlik yol olduğunu ve bittiğimi düşünürken bu Mamika’nın olağanüstü yetenekleri olduğuna çoktan karar vermiştim.

Korku sisin çöküşü gibi ani bir hızla çöreklendi ellerime, kollarıma bir ünleyişle: “İiii hiii! huuuuu huuu!” gibi bir kadın çığlığı sisi yarıp önümde patladı sanki. Annem de yok hâlâ! İnsan sesi beni sakinleştireceğine iyice tedirgin etmişti. Boğazım kurumuştu. Yüreğim o gün, o an yerini terk etmezse bir daha etmeyecekti, bundan adım gibi emindim.

Annem sisin içinden çok sevdiği o kırmızı yeleğiyle gittiği yerin tam tersi bir yönden doğuvermişti. Elinde kocaman bir yaprakla, şimdiki gözlerimle tropik bir ağacın yaprağıymış gibi gepegenişti. İçinde kırmızımsı ahududu ve siyah böğürtlenler, burnumun altına uzatıvermişti. Ölesiye korktuğumu anlamış ama sarılıp sakinleştireceğine önüme meyve uzatmıştı. “E kayisane e foveses?”** diye sormuştu sonunda Rumca. “Yok” dedim. Ben çok cesurdum, öyle kandırırlardı beni çocukken. Özellikle annem. Babasız çocuk yetiştirmek kolay değildi. O halde erkek gibi yetiştiriyordu beni. Yani cesur, yani dürüst, yani yani…

Bu ünleyişler bir haberleşme yöntemiydi siste. Dere şırıltısının eksik olmadığı, sesin yayılmasına izin vermeyen engebelerde Güneydoğu’nun zılgıtına benzer bir seslenişti işte. Annem beni yine şaşırtmış, o da bu ünleyişe biraz daha farklı bir şekilde yanıt vermişti. Göz gözü görmezken, “Fahriye ile Elmas da yoldalar, onlar da yaylaya gidiyorlar.” demişti de bön bön bakmıştım. Annemden bu kadar beceriklice bir davranış beklememiştim. Annem mektuplarını bana yazdırır, kentte adresleri bana sordururdu. Bazen bildiği bir fiyatı bile bana yeniden okutturur, bu yüzden satıcıların önünde utandırırdı. Onun benim gibi kentte büyüdüğünü sanırdım herhalde. Bu kendine güvenen hali, bu dağ başında kaşla göz arasında meyve bulan komando edası bana çok yabancı gelmişti. Bildiğim tek şey bu annem daha eğlenceliydi. Toprağın altında su damarını bulmuş çöldeki ağaç örneği birden yeşermişti annem.

“Aaa! Anne, ne bunlar? Hem de yıkamışsın.” demiştim çığlıklar susup haberleşme tamamlanınca. Annem, “ Handokokas çe mora” demişti. “Böğürtlen ve ahududu” olduklarını yıllar sonra öğrenmiştim. “Yıkamadım, sisin çiyi o.” diye eklemişti sonra Türkçe. O öyle dese de ben üzerindeki damlacıklardan yemin edebilirdim yıkanmış olduklarına. Hoş, yıkanmamış olsalar da yiyecektim ya neyse…

Sırtına bir iple bağladığı lacivert ve mavi tonlarında çizgili, içinde azığımızın olduğu pazar çantasını bir hamlede indirmiş; ekmek, tereyağı, peyniri eski gazete kâğıdının (benim okuma merakım bu gazeteler yüzündendir) üstüne yerleştirivermişti. Ben annemin hediyesinden çok etkilenmiştim; önce koyu renkli olanı, yani handokokalarımı tatmıştım. Çok güzel tatlılığı ağır basan bir mayhoşlukta idiler. Morlar daha ekşiceydi. Ama annem çok tatlıydı. Eski kalın hırkalara palan derdi annem ve hep yanında bulundurduğu bir tanesini yere serip bana “Yat biraz, Fahriye ile Elmas bize yetişene kadar.” demişti. Uyuduğuma hâlâ inanamam. Annem kendi peştemalını da bana örtmüştü; ancak uyandığımda fark etmiştim.

Cıvı cıvıl, yarı Türkçe yarı Rumca konuşan kadın sesleriyle uyandım. Şakalaşmaları güzeldi; ama benim şehir çocuğu olduğumu bana hissettiren konuşmaları için için kızdırmıştı beni. Annemden genç bu iki kadınla geri kalan yayla yolunun çoğunu bir hamlede çıkmıştık.

Sis artık bir deniz gibi iki dağın arasında kalmıştı. Buhar banyosundan sonra güneş banyosuna çıkmak gibiydi yürüyüşümüz. İlk önce ısındığım için hoşuma giden güneş artık gözlerimi acıtıyordu. Aklım aşağıda kalan sis denizinde, yukarı yürümek zorundaydım. Sanki atsam kendimi bu bulutumsu şeyin üstüne, üstünde durabilecekmişim gibi gelmişti, kılıfı olmayan pamuk bir döşekteki gibi. Anneme böyle bir şey söylemişim sanırım. Bu bir gaftı elbet, her şeyi alay konusu yapabilen yol arkadaşlarımıza karşı. Kadınlar bunu da fark edip kıkırdamışlardı. Onca yolun yorgunluğu hiç mi etkilememişti onları?

Bir oyunun son perdesinde, nefesler tutulmuş, final sözlerini söyleyecek oyuncuyu görme arzusu gibiydi, son beş yüz metrelik yaylanın en yokuş yerini tırmanmamı sağlayan: Mamika. Bizi görünce sevincinden ağlamıştı o da. Bana bakıp bakıp annemle gurur duyduğunu anımsatan şeyler söylüyordu. Annemin idolüydü anlıyorum şimdi. Bunca medyatik kimliğin olmadığı dönemlerde insanlar çevrelerindeki insanlara öykünürlermiş besbelli.

Yere paraleldi Mamika’nın üst bedeni. Tanıdığımda öyleydi ve hiç dik durduğunu görmedim. Onun için o beyaz örtünün altındakinin Mamika olduğuna hiç inanmadım. Oğlum sekiz aylıktı biz o örtünün altındaki dümdüz bedenin siluetine bakarken ve oğlum Mamika’nın kaşlarıyla bana gülümserken anlıyorum ve inanıyorum ölmediğine yeniden, yeniden.

Mamika’m, Mamika’m! Bana, İsviçre çikolatalarına bile burun kıvırırken “kesme şeker” veren Mamika’m. Çünkü eve gelen çocuk boş gönderilmezmiş değil mi, Mamika’m? Kurtuluş Savaşında Ruslardan danasını zorlukla kaçıran Mamika’m. Bu korkusunu dişsiz, buruşuk ağzıyla anlatırken on dört yaşında bir genç kız oluveren kara Mamika’m.

Otuz beşinde dul kalmış, altı çocuk büyütmüştü. Tek kız çocuğu erken ölünce, Mamika annemi, ilk torununu yani, kızıymışçasına bağrına basmıştı. Annem en çok da onun yanında mutlu ve güvenliydi. O yayla yolu onun için öyle güzelleşmişti. Annem Mamika’nın ona bellettiği dikenlerin arasından bana gösteremediği sevgisini toplamıştı bir bir.
Bana böğürtlen demeyin, ahududu demeyin! Annem oluveriyorlar birden! En çok da Mamika! Zaten oralardakiler gibi sisten yıkanmış da değiller!… Yemiyorum işte…

İzmir
28.12. 2009

* Böğürtlen ve Ahududu (“Handokoka”daki “h” Arapçadaki hırıltılı h gibi okunur.)
**“Ünlediler, korktun mu?” (“Foveses”teki ilk “s” peltek s’dir.)
KIYI KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT Dergisinde yayımlanmıştır...

1 yorum: