27 Şubat 2012 Pazartesi

Hamsiye Methiye

Hanife Türkseven- Yağmurun Krallığında Prenses Hamsi 
KIYI kültür sanat dergisi
Yağmurun Krallığında Prenses Hamsi
Hanife Türkseven (Bambolika) 

                Memleket dendi mi herkesin aklına farklı resimler gelir. Farklı kokular, farklı tatlar ve farklı bir dokunuş yaşama.
            Gri bir gökyüzüdür benim memleketim. Yukarıda bulutları içlenmiş bebekler gibidir, gözyaşları her dem dökülmeye hazırdır. Aşağıda telaşlı insanlar, geveze ama çalışkan. Yeri geldiğinde gözünü budaktan esirgemeyen… Rengarenk tenleri ve gözleriyle küçücük bir coğrafyada bir sürü ırk bir aradadırlar. 
           Altı yaşlarında falanım. Artık anılar biriktirmeye başlamışım yani. Bir annem, bir ben amcamların babamla ortak apartmanlarının en alt katında yaşıyoruz. Benim babam Avrupa’daymış. Öyle söylüyor amcamlar, yengemler. Okula başlayacakmışım seneye, imrenerek bakıyorum sabahları camdan, amcalarımın kızları okula giderken. Sıkılıyorum onlar okuldayken ve hep ha döndüler, ha dönecekler diye camdayım, zaman kavramı yok daha haliyle. Upuzun geliyor kışın o kısacık günleri.         Böyle beklediğim bir gün kırmızı işporta arabasıyla “Hamsiiiiiiii” diye bağıran biri
dönüyor bizim sokağa. Arkasında haydut çetesini andıran kediler. Hem de pürü pak kediler ha! Öyle şimdikiler gibi kir pas içinde sokak kedileri değil. Bizim sokak çıkmaz, tertemiz; “kalaylı kazan” gibi yani. Yağmur günlük temizliğini yapmış yine sokağımıza. Toplasan otuz hane var yok oturan. Tesadüfen hiç dışarı çıkmama gerek kalmadan görebiliyorum pencerenin önünde duruveren arabanın içini, hamsiler oynuyor, evet, oynuyor! Küçücük balıklar kıpır kıpır. Çocuk yüreğim atmaya başlıyor. Öyle seviyorum hamsileri. Birden bir tanesi titreşe titreşe düşüveriyor arabadan. Bütün kediler hamsiyi kapıp kaçan sarman kılıklının peşinden gidiyorlar. Sarman olduğunu bugün gibi anımsarım, çok iriydi bence bir kediye göre. Üzülmüştüm, canlı canlı gitmişti hamsicik! 

          Kedilerin bir tane hamsi kapmalarına üzülen beni çok ağır bir tablo bekliyordu. O zamana kadar çıt çıkmayan sokakta bir uğultu oldu sanki. Camlar bire birer açıldı. “ Hamsi kaça?” ile başlayan bir soru sonrası, herkesi saran o hummalı satın alma coşkusuna bakıp kocaman mavi gözlerini iyice belerten ben. Perihan Abla “Beş kilo…” diyor adama. Titrek hamsicikler kese kağıtlarına veya evden getirilen kaplara, öyle bir telaşla dolduruluyor ki, sanki bıraksalar hamsicikler kaçıp gidecek.       “Hanifeeee” diye çığlığı basıyor annem. Korkuyorum ve siniyorum pencerenin önüne. Çıt çıkarmıyorum. Kim bilir ne yaramazlık ettim yine diye düşünüyorum, annemin hışmına uğramamak için taktik geliştiriyorum çocuk aklımla. Beni seven ama beni aynı zamanda korkutan Tülin Teyze de inmiş hamsi festivaline. Böyle diyorum çünkü ben o sokağın kış günü böyle şenlikli olduğunu daha önce hiç görmemiştim. Akıl edip camı açıyorum. “Tülin Teyze kesin bana takılır ve ben de annemde papara yemekten yırtarım” diye düşünüyorum herhalde. Tülin Teyze genç sayılabilecek bir memur emeklisi. Üç oğlu var. Hepsi esmer, “kara kuru” kendi deyimiyle. Hep beyaz tenli ve mavi gözlü bir kız çocuğu olsun istermiş. Tülin Teyze de esmer. Meğer eşi Trabzonlu, kendisi bilmediğim bir yöresindenmiş Türkiye’nin. Annem de anımsamıyor. Gerçekten takılıyor bana Tülin Teyze: “Kız, ben senin o gözlerini yolup almaz mıyım, kendi gözüme takmaz mıyım?” Ürperiyorum, beni hep böyle acayip imgelerle seviyor.
          O arada bulaşık yıkayan veya temizlik yapan annem geliyor. Benim dikkatimse artık, geride kalan ama oynayacak mecali kalmamış hamsiciklere kayıyor birden. Üzülüyorum annem seyrimi böldüğü için. Belki hamsiler gözüme hüzünlü göründükleri için. Sadece çocuk olduğum için belki…
          Derken, annem de hezeyandan nasibini alıyor. “Bana da bir kilo…” benzeri bir şeyler diyor. Bu sefer benim beynim uğulduyor. Biz de mi, diye düşünüyorum? Ben sanki hamsilerden yanaydım. Sonra annemle, annem yüzünden karşılarında olmuştuk birden. Satıcı elindeki buruşuk paraları kirli önlüğünün cebine tıkıştırıyor. Annem titiz, bozuk para veriyor, balık kokmasın diye paranın üstü. Bir Trabzon ekmeği parası… Öyle ucuzmuş hamsi! 
 Kese kağıdında bir kilo, kim bilir kaç hamsicik elden ele uzatılıyor anneme. Annem hamsiye ulaşmış olmanın rahatlığıyla alıyor keseyi mutfağa götürüyor. O yüzden seslenmiş bana meğer. “Güüüm” diye kapatıyor mutfağın yere çok yakın camını, kediler gelmesin diye.
           Son birkaç avuç hamsiyi kalabalıktan yılmış, arabaya sokulamamış kedilere atıyor satıcı. Boğula boğula yiyorlar. İlk hamsicik kadar kötü gelmiyor bu manzara bana nedense. Kalan hamsiler artık kıpırdamıyorlar, kıvranmıyorlar İspanyol rakkaseleri gibi. Ayırt edemiyorum kaç dakikada yaşandı bütün bunlar. Çocukken zamanın insana çok uzun geldiğini var sayarsak, şimdiki zaman için bir “an”da olup bitmişti her şey.
         Yine yağmur yağıyor sonra. Bomboş bir sokak… Ben yine pencerede… Annem kışın sokağa salmıyor pek. Zaten kimse de yok sokakta. Bir süre sonra annem sesleniyor: “Gel bana yardım et” diyor. Hamsiciklerin eski hallerinden eser yoktu artık. Başları gitmişti, kalan kısımları yıkamak için annem benim musluğu açmamı istemişti. Özenle kılçıklarında kan kalmayacak şekilde kuralına uygun buz gibi suyla yıkamıştı annem hamsileri. Bir saat kadar sonra, hava kararınca bütün sokak hamsi kokuyordu artık. Kimsenin kokusu kimseyi rahatsız edemezdi. Koloni gibiydi sokak. Hamsi kokardı. Karalâhana kokardı. Turşu, kavrulurdu bizde. Olmayana da ikram edilirdi zaten.
          Bir gün yolunuz Trabzon’a düşerse ve bir lokantanın camında “hamsi ve balık bulunur“ diye bir yazı görürseniz, şaşırmayın. Hamsi, balık ötesi bir şeydir bizim oralılar için. Bir totem gibidir. Hamsidir o! Kategorize edilmesine tahammül edemezler. Zaten ne dediğinizi de anlamayacaklardır, balık derseniz hamsiye. Bir şekilde onların terminolojilerine uyum sağlayacaksınızdır.-




Hamsinin Pontusça ifadesi için, dinleyin.

http://www.youtube.com/watch?v=qz4Oy1w30ZQ&list=PL4C5F8620D670A43D&index=24

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder