11 Temmuz 2014 Cuma

N'EVRİSKO TA RİZİYAM(KÖKLERİMİ BULACAĞIM)

Genel Anlamda Pontus Rumcası, özel olarak, günümüzde belirgin olarak Of-Çaykara civar
ında konuşulmakta olan Romeyikanın son kırıntılarının korunması-kollanması için yapılması gerekenler var:
Biamag için bunları anlatmaya çalıştım

N'EVRİSKO TA RİZİYAM(KÖKLERİMİ BULACAĞIM)

Birkaç yıldır anadilim Romeyikayı irdeledikçe ve tarihsel bazı gerçeklerle yüzleşince anladım ki, biz Pontus'un en itilmiş, en fakir, belki de yaşadığı dağlara ölümüne bağlı bir neslin çocuklarının torunlarıydık.
Herkes yurdunu sever elbette ama bizimkiler o aman vermez coğrafyaya ölümüne bağlı olmalıydılar. Hristiyan soydaşlar göçmek zorunda kalmışken, Müslüman kimliğe sıkıca sarılıp bu coğrafyaya tutunmak belki de özgürlüktü. Kim bilir?

                         


Despina ve ben, Benaki Müzesinde Kapayanidis ailesinin kızının resmiyle resim çektirdik. Aile Kurtuluş Savaşı sırasında Rusya'ya göçmüş. Trabzon Atatürk Köşkü onların konutuymuş.



Yunanistan'a göçenlerin vatan özlemini gözlemleyince, şanslı gibi hissettiğim olmuştur. 1900'lerden sonra, dört bir yandan kuşatılmış olmalarına rağmen bir şekilde yüz yıl daha anadillerini yaşatmaları başka nasıl açıklanabilir?
Bizim dede-ninelerimiz Müslümanlaşmış Pontus idiler. Nasıl Müslüman oldukları ise apayrı bir yazı konusu olabilir.
Romeyika konuşuyorlardı ve özellikle kadınlar cumhuriyetten sonra ilk elli yıl sistemle coğrafi güçlüklerden daha çok, neredeyse hiç temas etmemişlerdi. Hristiyan soydaşları artık yoktu. Hafızaları, dil dışındaki ortak kültürel öğelerden yavaş yavaş ayıklanıyordu. Soydaşları ile aralarındaki en büyük ayrım elbette dindi. Sırayla, ayrı ülkelerde yaşamak zorunluluğu ve bu ülkelerin baskın kültürlerinin etkisi ile yüz yıl boyunca ayrışma sürdü (1910'larda göç etmeye başlamışlar Yunanistan'a, sonra malum mübadele, sürgün vs).
Dil öyle bir kültürel varlık ki, tutkal gibi. Bir şekilde size Pontus göçmeni olduğunu söyleyen Türkçe deyimle "kırk kat yabancı" birinin evine misafir olup en özel şeylerinizi paylaşabiliyorsunuz. Pontusça, İngilizce, bazen Türkçe ve çağdaş Yunanca karışımı bir dil kullanarak üstelik.
Yunanistan'da kaldığım bu süre içinde uyuyup uyanıp kendime sorduğum soru: Benim burada işim ne? Beni buraya çeken nedir? Çünkü Cumhuriyet Türkiye'sinde bazı haksızlıkları saymazsak, ailelerimiz kültürel anlamda asimile olduklarından çok da sorun yaşamış değildim. Cumhuriyet okullarında okudum, başarılı da oldum. Anneannemin ölümüyle günyüzüne çıkan iki anadilimden biri olan Romeyikanın öleceği düşüncesi mi? İlk neden buydu. Peki burada ne bulmayı umuyordum, o ana kadar ne bulmuştum?
İlk hissettiğim dostluk ve samimiyet oldu. Gerek Müslüman kökenli hemşehrilerim, gerekse Hristiyan olanlarda, neredeyse hiç fark olmaksızın...
Bu ülke vatandaşlarının AB üyesi olmalarına rağmen “yabancılaşmış” Avrupalı olmamalarına kendi adıma çok sevindim. Sadece hemşehrilerimin değil! Otobüste adres sorduğunuzda bütün otobüs size yardım ediyor. Adresi şaşırdığınızda bir Pontuslu hemşehrinize denk gelip bir İstanbullu Rum'dan İngilizce konuşuyorsunuz diye, azar bile işitebilirsiniz. Türkçesi sizden düzgün diye de şaşırabilirsiniz. Eh ne de olsa o bir İstanbullu. Kırk yıldır Türkiye'de yaşamıyor ama kendini öyle tanımlıyor. Buradan tekrar, beni geç kaldığım dersime yetiştiren, Akçaabatlı Vasil Bey’e ve İstanbullu Dimitri Bey’e teşekkürü borç bilirim.
Anadilim Romeyikayı her yönüyle anlayabilmek, detaylı öğrenebilmek ve filolojik yapısı hakkında bilgi sahibi olabilmek için çıktığım bu yolun ilk durağı Ankara Üniversitesi, Eski Yunan Dili ve Edebiyatı Bölümü oldu. Bu arada sözcüklerin büyüsüne kapıldım. Eski Yunanca ve Romeyika karşılaştırmaları ile hayranlığım gittikçe arttı. Çağdaş Yunancayı da öğrenmem gerekiyordu. Bu yıl da aynı üniversitede çağdaş Yunanca okumaya başlayacağım.
Yunanistan'da Pontus kültürü üzerine birçok dernek var. Bu derneklerden biri, yıllarca emek verip kendi kişisel çabalarıyla Romeyika üzerine filolog olmuş Vahit Tursun hemşehrimin referansıyla, bana çağdaş Yunanca dersi verdi.
Emekli bir üniversite hocası olan Hocam Maria bana Karadeniz kökenli olan annesinin şarkılarından örnekler verdi. Gözlerindeki çocuksu sevinci görmeliydiniz. Ben ondan daha çok sevindim, o paylaşınca. Onun annesi ile benim büyük ninem aynı kuşak. O geliyor aklıma. Çokça gözlerim doluyor buralarda. Resmen nostalji batağına düşmüş gibiydim ama çıkasım da yoktu.
Karadeniz hemşehriciliği dediğimiz, feodal bir gelenek vardır Türkiye'de. Bunu Pontus hemşehriciliği şeklinde gözleyebildim Atina'da. Üstelik paylaştığımız konular futbol ve horon dışında benim ilgi alanlarıma yönelik olunca, ilk defa hayatımda hemşehricilikten çok memnun olduğumu farkettim.
Evinde konuk olduğum, bir radyo programı aracılığı ile Pontus üzerine sunumlar yazan ve seslendiren Despina Kallergi ile gelenekleri karşılaştırdık, sözcükler neydi, neye dönüştü, bilmediklerimiz konusunda fikir yürüttük, bildiklerimizi paylaştık. Söylemeye gerek yok, Despina'nın ailesi Pontus kökenli göçmenlerden. Sohbetlerimiz düşünsel anlamda yer yer yorucu olabiliyordu ama kesinlikle sıkıcı değildi.
Bir gün Pontus derneklerinden birinde (Argonot ve Kromnili Pontus Derneği) bizim dilimizin yani Türkiye'de henüz yaşıyor gibi duran Pontus Rumcasının irdelendiği bir toplantıya katıldım. Dernekte normalde Pontus Rumcasının incelendiği filolojik toplantılar yapılıyor. Gökte ararken yerde bulduğum bir nimet gibiydi ortam. Filolog, tıp doktoru, arkeolog, dramaturg ve sayamayacağım kadar çok meslekten emekli veya halen çalışan insanlar... Pontus Rumcasıyla yazılmış metinleri okuyup geliyor, üzerine düşüncelerini bildiriyorlar. Kısacası onlar (hepsi değilse de çoğunluk Pontus kökenli) bu dile olan manevi borçlarını ödüyorlar. Ya biz?
Çağdaş Yunancam yetersiz olsa da bu toplantıda epey yeni bilgi edindim. Aramızda birçok dilsel ve kültürel ortaklık olmakla birlikte, epey de farklılık olduğunu daha net anladım. Onlar bizim dilin farklılaşması nedenlerini merak ettiler. Kendi yerel dillerinin durumunu 1920'lere kadar tutulmuş çok düzenli arşivlerin yardımıyla irdeleyebiliyorlardı.
Bu derneklerin kültürel ve dilsel çalışmalarına çok özendim. Bizim Romeyika dili ve dolaylı olarak Pontus kültürü ile olan bağlantımızsa pamuk ipliğine bağlı, koptu kopacak. Yunanistan'da da göçenler arasında Pontus lehçesi neredeyse hiç konuşulmuyor ama oradaki Pontuslular her kırıntıyı literatüre kazandırmışlar. Bizim, yani Müslüman kökenlilerin kayıtlara geçemeyen yaklaşık 100 yıllık bir mikro kültürü var. Ondan öncesi de karışık zaten. Biz kendi kültürümüze sahip çıkmazsak, kim çıkacak ki zaten?
Yunanistan'daki bütün bu özene ve özlemle yapılanlara rağmen aktif olarak Pontus Rumcası konuşulmamakta, orada da anadilimiz eriyip yitmektedir. Baskın kültür ve dil meselesi yani. Ancak tek fark, orada iyi bir Yunan dili eğitimi almış kişi için kısa bir uğraş ile Pontus Rumcası anlaşılabilir olabilirken Türkçe konuşulan ülkemizde bunun mümkünü yok. Buradaki kayıp bu yüzden çok daha derin. Sonsuza kadar silinip gitmek gibi...

Pontus İmparatorluğu

Türkiye'deki Müslüman kökenliler olarak, ana vatanında ölmek üzere olan Romeyika için birleşip bir şeyler yapılması gerektiği sonucuna vardık:
Pontus İmparatorluğunu yeniden kurmak! Bunu dikkatinizi çekmek ve bu türden fikirlerimiz olabileceği saçmalığına inananlara açıklama yapmaya zemin hazırlamak için yazdım.
Elbette bu türden (devlet kurmak, özerklik, bağımsızlık istemek) garabet fikirlerle uğraşacak enerjimiz ve zamanımız yok. Sadece, ninelerimizin, annelerimizin konuştuğu dili ve yaşadığı kültürü kayıt altına almak gerektiği sonucuna vardık. Tarihin ağırlığının altından kalkmak veya tarihe, tarihi yanlışlara saplanmak gibi bir meselemiz yok!
Çok kültürlü bir ülkemiz olabileceği inancımızı kaybetmeden, uluslararası platformlarda alnımız ak, açık olabilmek bize yeter. Her insana, etnik yapıya ve farklılığa saygı gösteren, değer veren bir ülkemiz olması dileği ve umudunu yitirmeden, bir şeyler yapmak gereğini duyuyoruz.


Bu konuda son yıllarda çalışmalar yapan Yunan kökenli akademisyen Ioanna Sitaridou'nun projesini linki tıklayarak inceleyebilirsiniz.

Hanife Bambolika



12 Haziran 2014 Perşembe

İzmir Köfte



Yurt dışına gittiğimden, epeydir şöyle mükellef bir yemek yapamadım yavrime.(yavri dediysek lafın gelişi, kendisi 23 yaşında olup onun yaşındayken benim neredeyse 3 yaşında oğlum vardı. Hiii! Yaşımız ortaya çıktı. Ama MEB'in yaş problemi gibi oldu. İnşallah sıkılıp çözmezsiniz.)
Neyse mükellef sofra deyince aklıma İzmir Köfte geldi. Ama şöyle önceden her şeyi kızartıp sonra fırına verilen cinsten. Orijinali sanırım budur.
Geyiği bırakalım. Malzemeleri sıralayalım

Köfte için:

1. 1/2 kg kıyma, deneyimlerim sonucu en iyisi BİM kıyma, deve eti mi katıyorlar da leziz oluyor bilemedim?
2. 1 yumurta
3. 1 soğan
4. 2 diş sarımsak
5. Birkaç dilim kuru ekmek içi
6. Tuz, kara biber, kırmızı biber, kimyon, pul biber
7. Birkaç dal maydanoz, çok ince kıyılmış. Ben Atina'da işportacıdan aldığım özel makasla kıydım, süper oldu. Öhüm öhüm, bu arada nereye gittiğimi de söyledim.

Ayrıca,
1. 1 kg patates, elma dilimlenmiş
2. 250 gram yeşil biber, ben çarliston kullandım, sivri de olabilir.
3. 3 domates

Sosu içinse:
2-3 su bardağı kaynar su
1-2 kaşık salça

Önce köfteyi yaptım. Rondoya doğranmış ekmekleri, soğanı ve sarımsağı ekleyip hamur haline gelene dek çalıştırdım. Sonra bu harcı yumurta, kıyma ve baharatlarla güzelce yoğurdum. Köfteler kenarda bekleyedursun, patatesleri kızarttım. Tepsiye aldım. Köfteleri kızarttım, onları da tepsiye dizdim.(Yağdan çekiniyorsanız kağıt havluya alıp iyice emdirin yağı, ya da doğrudan çiğden malzemeyi fırın tepsisine dizip öyle de pişirebilirsiniz)


Ben biberleri ikiye böldüm, patates ve köftelerin üzerine yerleştirdim. Domatesleri de öyle. Bunları kızartmıyorum. Öylece çiğden koyuyorum. Sonrasında ise üzerine  hazırladığım sosu gezdiriyorum. Suyun içinde salçayı eritirken içine kekik de attım  Kekik seviyorum, ne yapayım?
Sonra tepsiyi fırına verdim. 180 derecede tahminen 40-45 dakikada hazırdır.


Afiyet olsun.

Bambolika in the kitchen for son.





16 Mart 2014 Pazar

Ton Balıklı Ezme





Bugün sizlere kanepe ekmeklerine sürülüp yenesi, enfes bir tarifim var. Basit ama lezzetli. Çoğumuz konserve ton balığını o konservedeki ham haliyle yemek istemez sanırım. En azından ben öyleyim.
Yıllar önce üvey annemin bir tarifini vardı. Ama onu tam aklımda tutamamışım. Yakın bir tarifle sizlerin huzurundayım:

Malzemelerimiz genelde her evde bulunan türden:
1. 1 büyük kutu konserve ton balığı
2. Çok az zeytinyağı, isteyen yerine balığın içinde durduğu yağı kullanabilir
3. Yarım limon suyu.
4. Karabiber ve zevke göre başka baharatlar
5. Bir çorba kaşığı mayonez(ve isteğe bağlı  biraz hardal)
6. Birkaç diş sarımsak
7. Birkaç sap ince kıyılmış maydanoz
Kanepe ekmeğine sürüldükten sonra, çeri domatesle süslenip kürdan batırılarak servis edilebileceği gibi, doğrudan ekmek dilimine sürülüp afiyetle yenebilir.

Hazırlanışı:


Ton balığını ister rondoda, ister çatalla iyice ezip püre haline getiriyoruz ve iyice ezilmiş sarımsağı ve diğer malzemeleri ekliyoruz.

Afiyet olsun.
(Rakı sofrasına da meze olarak kullanılabilir sanırım.)

Bambolika in the Kitchen

12 Şubat 2014 Çarşamba

Portakal Kabuklu Kek







Normal Şartlar Altında(NŞA, hey gidi günler, kimyada böyle derdik değil mi?) kek pek sevmem, havuçlu-cevizli gibi tok tutanlar dışında tabii. Soyup kabuklarını attığımız portakalları yerken hep içim cızlar, o kabukların şifa deposu olduğunu bilirim. Fakat reçelini hiç denemediğimden, bir türlü elim o işe varmadı. Yıllar öncesinde portakal kabuklu kek yapmışlığım vardı. Geçenlerde güzel de bir kek kalıbı satın aldığımdan, en azından birkaç portakalın kabuğunu değerlendireyim diye kolları sıvadım. Yemeseniz bile kokusu harika oluyor. Yanında meşhur yeşil mercimek salatamı ekleyerek bir "gün"ü atlatabilirsiniz. Reklam yaptım :): Yeşil mercimek salatası bütün siyasi, sosyal ve kültürel yazılarımın önüne geçip bloğumun yıldızı olmuştur. Hak ediyor yani...

Malzemeler:
-3 yumurta
-1 su bardağı şeker
-1 su bardağı sıvı yağ
-1 su bardağı yoğurt
-2 portakalın kabuğu rendelenecek(zevke göre daha az veya çok yapabilirsiniz ama çok kabuk keki acılaştırabilir, dikkat!)
-1 paket kabartma tozu, 1 paket şekerli vanilya
-Akışkan ama çok sulu olmayan hamur elde edecek kadar un(ben kepekli unla yaptım)

Sizi bilmem ama ben keki hâlâ tel çırpıcıyla yapanlardanım. Mikseri niye aldık diye soran koca kişisine uygun yanıt bulamadım. Böylesi daha lezzetli oluyor diyerek, mutfakta geçirdiğim uzun zaman dilimlerini silah olarak kullandım. Buna deneyim diyorlarmış genel olarak. Yumurtaları kırıp üzerine şekeri ekliyoruz. Şeker eriyene kadar çırpıyoruz. Burada koca kişisinden destek alındığından, uygunsuz sorularla muhatap olunmuştur. O yüzden siz mikserle yapın en iyisi. Sonra yoğurt, yağ eklenir. Biraz daha çırpılır. Un, kabartma tozu ve vanilyayı aynı anda harca eklerim ben. Böyle daha iyi kabardığını düşünürüm. Fakat unu azar azar ekleyin, bu esnada portakal rendelerini de hamura yedirin. Önceden ısıtılmış 170-180 derecelik fırında 25 dakikada bilemedin daha az, olmadı daha çok(ben bilmiyorum ki sizin fırının kapasitesini) sürede kek hazırdır.
Keki kürdanla bir dürterseniz ve kürdan temiz olarak çıkarsa pişmiştir işte.



Afiyet şeker olsun.
Bambolika in the Kitchen again...