30 Mayıs 2013 Perşembe

Yalancı Su Böreği



Uzun zamandır, verebildiğim son yarım kiloyu nasıl geri alırım diye dürtüklüyordu sanki içimden bir ses. Yenilmeyecektim ama gene de bir şeyler yapsam iyi olur diye düşündüm. İşte bu saikle yalancı su böreği yapayım bari dedim. Dışarıdan satın almaya kalksam gereğinden fazla yağlı olacaktı, evde gerçek su böreği açacak marifet bende yok. Birkaç kere çiğ börek açmışlığım var, o da koca kişisinin yardımıyla. Tabak büyüklüğüne gelince, elimle çekiştirmiştim.

Olabildiğince sade bir börek olup su böreğine de benzemesi çabası ile, internetteki bütün börek başlığındaki site ve blogları hatta forumları sörfledim. Sonunda şu malzemelerle böreği yaptım:

1. 5 Yufka
2. 1/2 Kilo lor peyniri
3. Yaprak aralarına sürmek için, 2 yumurta, yarım su bardağı çiçek yağı ve yarım bardak süt çırpılacak.
4. Bir şişe maden suyu
5. İsteğe göre susam ve/ya çörek otu

Yufkaları ikiye böldüm. Bir sıra yufka üzerine karışım ve lor eke eke dizdim. Her sıraya eskiden annemlerin yaptığı gibi  peynir koydum. Zaten bu şekilde yapmanın daha çok lezzet verdiğini de bazı forumlarda okumuştum. AAhh emek, ah emek; sevgi emektir, lezzet emektir... Gider bu...

Son yarım yaprağın üzerine kalan karışımı iyice sürdüm. Sonra bir porsiyon olabilecek gibi böreği dilimledim. Üzerine maden suyunu her yere eşit dökmeye özen göstererek gezdirdim. Susam ve çörek otu serpiştirip buzdolabına attım.

Bir saat buzdolabında bekleyen böreği 180-190 derecede yaklaşık kırk dakikada pişirdim. Sonuç aşağıdaki gibi oldu. Kalorisi bu kadar azaltılabildi ancak.

Voilà, az kalorili yalancı su böreğiniz.




Daha kesip tadına bile bakmadan sizler için bloğa ekledim. Mucize beklemiyorum ama güzel olmuştur yine de. Benim gibi kalori hesabınız yoksa lor peynirini, beyaz peynir ve kaşar olarak karıştırabilirsiniz. Yağ olarak tereyağını eriterek sürmek için hazırladığımız karışıma ekleyebilirsiniz. Dedim ya seçenekler artırılılabilir... Zevkinize ve hayal gücünüze kalmış.





Bambolika in the Kitchen (ne yazık ki yine)
30. 05.2013







28 Mayıs 2013 Salı

Fırın Poşetinde Tavuk İncik



Bir gün "Ah, bizim gençliğimizde yoktu böyle kolaylıklar!" diyen kayınvalidemin bu manidar cümlesini tekrar edeceğimi söyleselerdi, inanmaz, terslenirdim bile. Biraz şimdikileri küçümseme sezerdim ben bu cümlede. Zaten benim durumumu anlamasını bekleyemezdim ya... Bir yandan üniversitede öğrenci, bir yandan anne, bir yandan dört dörtlük ev kadını olmak zorunda kaldığım, yaşam enerjisi olarak keseden yediğim günleri anımsadım da... Fırın poşeti türünden kolaylıklar o zaman olsaydı, şimdi daha az yorgun hissederdim diye düşünüyorum.

Fırın poşeti öyle güzel bir icat ki, evde ne varsa, sebze ve/ya et, soslayıp içine doldur, pişir, nefis oluyor.

Bu sefer tavuk incik ve patatesle hazırladım fırın poşetini. İncik, derisi alınmış olduğundan daha düşük kalori verir diye düşündüm.

Malzemeler:

1. Bir kilo tavuk incik (kuzu incik de olabilir)
2. Bir kilo patates
3. Birkaç sivri biber
4. Bir veya zevke göre daha fazla havuç
5. Bir fırın poşeti
Eh, fırın da gerekir haliyle ama onu anlamışsınızdır. Yalnız öğrenci evinde olmayabilir fırın. Evli ve çocuklu olup üniversite bitirebilmiş bendenizden öneridir, alsınlar, bu pratik tarifle mucizeler yaratsınlar.

Sosu için: 

1. İki kaşık yoğurt
2. Bir kaşık salça, ben yarımını domates yarımını biber salçası olarak karıştırıyorum.
3. Bir-iki diş ince rendelenmiş veya dövülmüş sarımsak (Almanların bize   Knoblauchfresser-Sarımsak Otlayanlar- dediği kadar varım; her şeye sarımsak, her şeye...)
4. Birkaç kaşık limon suyu
5. Bir çay kaşığından az ve tatlı kaşığından çok olmamak kaydıyla, kekik, karabiber, pul biber, kimyon, biberiye, ayrıca taze zencefil; fındık büyüklüğünde ince rendelenmiş, bir defne yaprağı ve tuz.
6. Yarım çay bardağı kadar sıvı yağ.



Sanırım bu sosun marifetiyle şu anda mis gibi koku geliyor mutfaktan. Verdiğim sos malzemelerini iyice karıştırın; fotoğrafta görüldüğü gibi bir kremanız olacaktır. Onu tavuk, elma dilimi şeklinde doğranmış patates, halka doğranmış havuç ve zevke göre doğranmış biberlerle güzelce harmanlayın.



Sonra bütün karıştırdıklarınızı fırın poşetine doldurun. Ağzını poşetlerle satılan tellerden biriyle kapatın. Böyle sosla bekletenler var. Ben bekletmeden fırına sürüyorum. Önceden ısıtılmış 180-200 derecelik fırında 45 dakika ile bir saat arasında pişmiş olur. Son 15 dakika takip edin. Zaten kızarma belirtileri verecektir. Sonra poşeti yandaki şekilde benim kesmiş olduğum gibi kesip yemeği servis edin.

Yanına cacık güzel gider. Gene sarımsak, özür...



ÖNEMLİ NOT: Poşeti fırına sürmeden bıçağın ucuyla birkaç yerini delin ki, pişme esnasında patlamasın!

Bambolika in the Kitchen
28. 05. 2013


Dün aynı sosla bütün tavuk pişirdim. Voilà! Tadı da harika oldu. Biraz daha fazla pişirmeliyiz tabii.




21 Mayıs 2013 Salı

Karnıkara à la Suisse

Güne doğal gaz sayacı denetçisinin ısrarlı zil sesiyle uyanmak hoş olmasa da gecikmiş ama sevimli bir günaydın yolluyorum size, Sevgili Okur. (Ay hep bunu söylemek istemişimdir; Sevgili Okur) Artık benim Kolombiya'dan bile okurlarım var. Son bir haftalık blog erişimlerim bana bu istatistikî bilgiyi verdi.(İtiraf ediyorum, blogda böyle bir veri çizelgesi olduğunu yakınlarda fark ettim). Hem de dört değişik sunucudan girildiğine göre Kolombiya'dan "en az dört" okur. Bende nasıl bir sevinç oluştu anlatamam. Anlatmak da istemiyorum. Kendim kendimi kıskandım bir an. Ciddi olmak isteyen yazar yanım, blog yazarı yanımı kıskandı; öyle bir şeyler oldu işte.

Günlük tutma ihtiyacımı da böylece giderdikten sonra, sizlere kendi kombinasyonum olan karnıkara yani börülce salatası veya piyazını iftiharla sunacağım.



Dikkat ederseniz başlıkta 'à la Suisse' dedim, bu İsviçre usulü demek oluyor. Böyle Fransızcamsı olunca ben kibarlaşıp az yiyorum. Yoksa sizlere efenim İsviçre'de zorunlu olarak iki sene Fransızca öğrettiler ama aklımda bu "à la" dan başka bir şey kalmadı diyemezdim herhalde. Apostroflu harfleri de klavyede yapamıyorum, affedin. (Düzeltme: öğrendim, Alt Gr ve virgül tuşları aynı anda basılınca oluyormuş)

Tarif son derece basittir.

Malzemelerimiz:

1. 250 gram haşlanmış karnıkara
2. Bir baş yeni mahsul soğan veya yeşil soğan, veya ikisi karışık
3. Birkaç sivri biber
4. Birkaç domates
5. Birkaç salatalık
6. Birer tutam dereotu ve maydanoz
7. Bir veya daha fazla küçük doğranmış kornişon turşu
8. Birkaç haşlanmış yumurta(zevke kalmış, isterseniz eklemeyebilirsiniz, vegan dostlar iletim sizedir)

Sosu için;
İşte burada a la Suisse devreye girer, sosu İsviçre'de öğrenmiştim. Karnıkaraya yakışır diye düşündüm ve haklı çıktım.
1. İki salata karıştırma kaşığı mayonez.
2. Bir tatlı kaşığı hardal
3. Birkaç kaşık sirke ki bunu da balzamik sirke olarak kullanırsanız, havasından yenmez. Hatta "balsamico  buu" deyin soranlara.
3. Birkaç kaşık limon suyu
4. Yarım çay bardağı kadar sızma zeytinyağı, bu da benim bu sosa katkımdır, onlar çiçek yağı kullanıyorlardı)
5. Bir diş rendelenmiş veya dövülmüş sarımsak
6. Karabiber, kimyon ve yakıştırabildiğiniz bilumum baharat, ben isot bile ekledim bu sefer.

Bunları özenle karıştırıyoruz. Doğradığımız sebzeleri, haşlanmış ve soğumuş börülceye ekleyip hepsini güzelce harmanlıyoruz.
Alın size Karnıkara a la Suisse. Bu isimle ikram ederseniz havanızdan geçilmez. Aklıma Yiğit Özgür'ün şu karikatürü geldi.




Güle güle gülünüz efendim. Bana müsaade...

Unutulan sonra anımsanarak eklenen mühim not: Evdeki bakliyatın tamamı bu tarifle tüketilmiş olup en az üç dört ay daha bu türden bir tarif vermeyeceğim. Hepimizin gözü aydın. Benim de... Şiştim yahu!

Bambolika in the Kitchen
21.05. 2013
Engürü


18 Mayıs 2013 Cumartesi

Reklam Yıldızından "Edebiyatçı" Olur muymuş?


Tuna Kiremitçi, Bizimlesin!
                                                                                         

Sağ yanağındaki gamzenin çekiciliğinin farkında, gülümser bir pozu geliyor aklıma Tuna Kiremitçi denince. Bir Hollywood aktörüne de benzetiyorum ama isim hafızam çok müthiş olmadığından ancak googlelayıp bulabiliyorum kim olduğunu: Jonny Deep. 

Sene 2003 veya 2004, eşim İzmir'in en eski ve köklü lisesinde edebiyat öğretmeni. Bizim eve tuğla gibi kalın klasikler ve ciddi eleştirmenlerin övdüğü kitaplardan başkası girmiyor. Onlar da teker teker girebiliyor, korsan yaygınlaşmışsa da biz korsana karşıyız çünkü. Bu esnada eşim, Tuna Kiremitçi'ye ayılıp bayılan kız öğrencilerinin hayranlıklarını anlamak için sanırım, yazarın "Git Kendini Çok Sevdirmeden" isimli romanıyla çıkageliyor bir gün. Bu evin okumaya programlı robotu ben olduğumdan, eşimden önce okumuştum kitabı. Kendinden yaşça büyük bir kadınla ilişkisi olan bir kahramanı vardı, anımsadığım kadarıyla romanın. İlişkiyi bir yerde bitirme kararı alıyorlardı yani "...çok sevdirmeden". Bunu gerçekçi olmamakla birlikte eğlenceli bulmuştum. Bana kalsa zaman, aşk-ilişki bağlamında çok'u azaltmıştır hep, yani bekleselerdi geçecekti yine de... 

Çok fazla ayrıntı hafızamda yer etmese de okuması keyifli olmuştu. Ancak şöyle bir duygu tortusu kalmamıştı: Yazarın her kitabını alayım, mutlaka okuyayım. Liseli kızlara bırakmıştım onu okumayı besbelli. Ayrıca gözüme o kadar yakışıklı gözükmemiş de olabilir tabii. Biz büyük davalara inanan nesile kıl payı yetişenlerdendik. Yazdıklarının çocuksu gelmesinden, onu çok küçük, kendimi evli barklı biri olarak çok yaşlı bulmuş da olabilirim. Çünkü bazen başkalarında da bunu yaşıyorum. Doğum tarihini görünce biraz şaşkınlık yaşıyorum. Neredeyse yaşıtmışız!

Burada tartışmaya açılan reklama kadar, onun edebiyatçı kişiliğini sorgulamak aklıma gelmezdi. Bence edebiyatla iştigal ediyorsa edebiyatçıdır. Bunu yargılamak, hakkımız olmamalı. Okuma-ma hakkımız ise sonuna kadar saklıdır. Reklamın mantığını tartışalım diyeceğim ama reklamlara söz geçirmek, paranın seyrine söz geçirmeye çalışmak olur ki buna hangi bireyin gücü yeter? Reklamı boykot edebiliriz belki. Ben çoğu reklamı boykot ediyorum kişisel olarak.

Aslında belki de mesele edebiyatçıların çok az kazanırken, hatta sırf bu işi yapsa aç kalabilecekken, Tuna Kiremitçi'nin normalde aktörlerin aldığı astronomik rakamlara o reklamda oynamasıdır. Yakışıklı bir yazar olmanın nimetleridir bunlar, kapitalist düzen her şeyi kullanır. Bu yeni bir durum veya saptama değil ki!

Aklıma 'Bugün Ne Giysem?' programı geliyor böyle şeyleri görünce. Sanki bir edebiyat üst kurulu var ve:"Cümleleriniz birbiriyle uyumsuz, noktalamalarınız yerli yersiz, fazla yakışıklısınız; bu da sanatınızın önüne geçiyor," o halde İvana Sert diliyle "'Bizımlae değilsın!'. " mı denecek, Tuna Kiremitçi'ye? Nasıl olacak bu iş?

Ayrıca ben bu arkadaşın koca bir lisenin -seçilerek gelmiş-kızlarını şiire, roman okumaya, yazmaya ittiği konusunda duyumlar aldım. Kızların bu ilgisi eminim erkek öğrencileri de harekete geçirmiştir. Rakip güçlü olunca... Kaç edebiyat öğretmeni bunu yapabilir? Lise çağlarında kızlar için şiir, roman yazan, gitar çalan, beste yapan birine hayranlıktan daha doğal ne olabilir? De o da yaşlanıyor işte... Liselerde son durumlar ne minvalde bilmiyorum? 

Bir de gamzeli bir kadınla ilişkisi vardı. Sahi o nerede? Biz böyle tartışadururken yakında ona da bol bütçeli bir reklam teklifi gider. O gamzeli kadın çok edebi ayrılık metinleri yazıyordu, bir ara sosyal medya onlarla kaynıyordu. Edebi ilişkiler daha bir güzel oluyor; ne derseniz deyin. Şiirli sataşmalar, düz yazılı sitemler, bestelere sinmiş ayrılık acısı... İnsanın ayrılası geliyor, sırf bu yüzden. Tabii önce böyle romantik adamı bulacaksın ki, ayrılık da bir şeye benzesin, değil mi ama?

NOT: Bu yazıyı aslında facebooktaki Kitap, Dergi, Eleştiri sayfasına yorum olarak yazmıştım. Sonra nota dönüştü. Sosyal medya edebiyatın düşmanı değil, birlikte yapabilecekleri şeyler var. Bu görüşümü destekliyorsanız lütfen sayfamıza gidin ve önce beğenin. Sonra görüşlerinizden yararlanabilmemiz için bize yazın. 


Bambolika
17. 05. 2013
Ankara


17 Mayıs 2013 Cuma

Kayınvalidemin Büryanı

Yöresel lezzetlerde yeni bir bölgeye geçtim. Makedonya, Üsküp göçmeni, ağa kızı kayınvalidemin bana öğretebildiği bir yemeği sizlere anlatacağım bugün: Büryan.

Aslında özel günlerde kocaman tepsilerde, kuzuyla yapılırmış ama özellikle Türkiye'ye göçtükten sonra bu hiç olmamış. Artık tavukla yapılabilmiş ancak. Ne büyük fırınlar kalmış ne de sahip olunan sürülerden seçilebilecek besili kuzular...

Bu noktada anlatırken kendisinin güldüğü ama ben anımsadığımda hep ağlamaklı olduğum karpuz anısını sizlere aktarmadan geçemeyeceğim. Kayınvalidemlerin geniş arazileri varmış, zaten mübadele ile gelmemişler. Yugoslavya, Tito idaresine geçince ve ürünlerinin yarısına bir bakıma el koyunca, geçinemeyiz kaygısı oluşmuş. Köydeki herkes Türkiye'ye göçmüş. Mallarını değerinden satmak şöyle dursun, bir bakıma bırakıp gelmişler. Sene 1956.

Birkaç aile bir çatı altında yaşamaya başlamışlar. Kayınvalidemin kayınbabası karpuz satın alıp eve gelmiş bir gün. Kayınvalidem ve eltisi, tek başına yere bırakılmış karpuza bakıp bakıp gülüşüyorlarmış. Ya kabak çıkarsa, tek karpuz; bildikleri bir şey değilmiş. Onlar at arabasıyla taşırlarmış bostandan meyve sebzelerini. İçimden o zaman, oh olsun, bırakıp gelir misin mis gibi sosyalist düzeni desem de, varlıktan darlığa düşmek zor iş.

Bu anekdotu da paylaştıktan sonra büryan için gerekli malzemeleri vereyim:

1. Bir bütün tavuk
2. Yarım kilo pirinç
3. İki iri boy soğan
4. Tavuğu haşlarken, tane karabiber, tuz, limon, defne yaprağı, sarımsak, bir soyulmuş soğan, bir havuç, bir soyulmuş patates ve göz kararı su kullanıyorum ben. Kışın kereviz yaprağı, yazın maydanoz da koku açısından  hoş oluyor.
5. Yarım çay bardağı sıvı yağ

Önce tavuğu parçalara ayırıp güzelce yıkıyoruz. Düdüklü tencereye bu tavukları ve 4. maddede verdiğim malzemeyi ekliyoruz. Düdüklü tısladıktan sonra en fazla 10 dakikada tavuk pişecektir. Dikkat çok pişirmeyin, çünkü sonra fırınlanacak.

Pirinci iyice yıkayıp süzdükten sonra, tuzlu ılık suda 15-20 dakika bekletirim ben. Artık sizin yönteminiz nasılsa siz öyle yapın.

Genişçe bir tavaya iki iri soğanı yemeklik doğradım ve ekledim. Sıvı yağda soğanları öldürdüm ve pirinci ekledim. Pirinçler kristalleşene kadar kavurdum. Pirinçleri derin bir fırın tepsisine yaydım. Haşlanmış tavuk parçalarını üzerine dizdim. Pirinçlerin üzerini bir parmak kadar geçecek şekilde tavuk suyunu süzerek döktüm. 180-200 derecelik fırında yaklaşık 45 dakikada pirinçler pişti. Eh tavuklar zaten pişmişti.

Özel davetlerde yaptığım çok bereketli bir yemektir. Elde edilen tavuk suyu çok ve lezzetli olduğundan kalanından çorba yaparım ben bir de.  Hatta suya kattığım artık artık olmuş sebzelere(4. maddedekiler) ekmek ufalayıp biraz et ve kemik ekler mahallenin kedişlerine de bir kedi büryanı veririm her seferinde. Onlar bu durumdan çok memnun en azından.

Denerseniz afiyet olsun, denemezseniz de böyle bir yemeğin varlığından haberdar olmuş oldunuz. Haberdar olanlar tekrar anımsadılar, o da iyi.

Not: Dikkat ettiyseniz Arcopaller kullanılmadı. Göz zevkinizi yormak istemedim.

Bambolika in the Kitchen
17.05.2013
Ankara










15 Mayıs 2013 Çarşamba

Kahvaltısız Olmaz!

ÖNCELİKLE KOCAMAN GÜNAYDIN

Keyifli sayılabilecek ama biraz da akşamdan kalma bir halde uyandım bugün. Evde ekmek yok. Koca kişisi okula gitmiş. Yani kahvaltıyı hazırlayacak kimse yok! Ne gam; ben zaten diyetteyim. Ekmek olunca yine de yerim ama yok, o halde başımın çaresine bakayım.

Dün marketten taze domates, biber, salatalık, dere otu, maydanoz almıştım. Buzdolabında onları görünce en sevdiğim kahvaltı geldi aklıma. Hemen kolları sıvadım. Sebzelerden birer tane, otlardan birer tutam yemek tabağına doğradım. Şu günlerde sirkeli suda bekletiyorum sebzeleri, pek bir titiz ev kadını oldum. Tahtaya vurun!

Ayrıca biraz beyaz peynir, biraz kaşar da doğradım. Çizik zeytin ve az tuzlu salamura siyah zeytin de ekledim tabağıma. Üzerine çörek otu. Limon, sirke ve yağ, diyetteyseniz çok az damlatın, özellikle yağı tabii. Sirke ve limon da diyette çok kullanılmamalı, eksik edilmemeli ama çok kullanılınca gerçekten mideyi zorluyor ve aç hissediyorsunuz haliyle. Geçtiğimiz dört buçuk ay bana diyet konusunda çok şey öğretti. Altı kilo verdim, şimdilik...

Tabağım hazır. Yani ana yemek oldu. Tatlıyı da akşam yapmıştım. Bir kilo çilek almışsam, tamamı bir türlü yenmez, çoklukla ertesi gün yarısı atılırdı. Bu sefer atik davrandım; yarım kilo çileği rondodan geçirdim. Üzerine yarım kilo şekeri de ekledim. 20-25 dakika kaynadıktan sonra marmelatım hazırdı. Tatlı niyetine, sanal reklam olmasın diye tabağın arkasına sakladığım grissinilerden iki tanesini marmelatıma batırıp yiyorum şu anda. Çayımı şekersiz içtiğim için böyle kaçamak yapıyorum bazen. Kusura bakmayın, ikram edemiyorum.

Demleme çay yapmadım. Aslında bu kahvaltıda çay aramıyorum ben ama gözünüze eksik görünmesin diye tepsiye poşet çay ekledim. Buyurun!

Kendime Not: Bu kadar yemek tarifi veriyorsun, paraya kıyıp düzgün servis takımı al! Bu Arcopal tabakları görmekten sen bile sıkıldın.
Size Not: Eğer akşam alkol aldıysanız kahvaltıda bu türden sebze ağırlıklı beslenmek çok iyi geliyor. Suyu da unutmayın. Şiddetle öneririm.







Bambolika in the kitchen serisinden
Engürü




14 Mayıs 2013 Salı

Mavi Çayırın Kadınları


                                                    Mavi Çayırın Kadınları

                                                                     Çiğdem Sezer

Roman Kahramanları Yayınlarının ilk kitabı. Öncelikle hayırlı uğurlu olsun diyelim: Böylelikle bu ülkenin geleneklerine uygun bir girişi olsun yazımın.
Her alanda ilkler özeldir; ilk aşk, ilk çocuk, ilk maaş, ilk müşteri, burada da bir yayınevinin ilk kitabıdır söz konusu. İlkler zordur, bazen ardıllarının kaderi onlara bağlıdır.

Benim için de bir ilk oluyor şu anda, roman en sevdiğim yazın türü olmasına rağmen, lisede 10 tam puan aldığım bir roman değerlendirme ödevi haricinde roman değerlendirmesi yazmadım. (Duyan da bir bu konuda eksiğim var sanacak!) Ödevin bir klasik roman üzerine ve bilmem kaçıncı kez benzer biçimde yapıldığı düşünülürse, adını andığıma değmez.

Geçenlerde facebookta yeni açılan bu sayfada  Ali Akdemir adında bir eleştirmenin Düğümlere Üfleyen Kadınlar'la ilgili değerlendirmesini gördüm. Edebiyat öğretmeni eşimin sınav kağıtlarını değerlendirirken tuttuğu puan çetelesinden daha detaylıydı yöntemi. Şiddetli bir kıskançlık kriziyle sarsıldım ve kendime geldim. Ben de böyle bir not sistemi geliştirip değerlendirme ve eleştiri yazmalıydım. Oldukça nesnel görünüyordu çünkü.

Anlık yargılar çoğunlukla (hesapladım: % 97.33) fos çıkar. Eleştiri zaten öznel bir şeydir, demişti Hülya Soyşekerci, bir keresinde. Oysa bana kalırsa o, değerlendirmelerinde oldukça nesneldi. Benim birkaç değerlendirme notumda(bunlara yazı bile denemez sonucuna vardım, sonradan okuyunca) olduğu gibi; yok çok güldüm, aman da ağlattı, olmadı sevindirdi gibi naif cümleleri hiç olmazdı. Olsa bile zarif bir hanımın geniş gülerken elini ağzına götürmesi gibi incelikle yapardı bunu. Edebiyat buydu nitekim, 'edep'ten gelirdi. Fakat ben son yıllarda 'edep'le bozuşmuştum biraz.

Dedim ya, ilk roman değerlendirmem olacak bu, o yüzden nasıl da dolanıyorum arka yollardan, sadede gelemiyorum. İnsan ilk roman  değerlendirmesini, affedersiniz, sizi sümüklü küçük bir kız çocuğu halinizle anımsayan birinin romanında dener mi? Kuzey rüzgarı yemiş bir Trabzonluysa yapar! Nasıl olsa hoş görüleceğini umar hatta bekler belki de...

Bir Trabzon Panoraması

Roman esasen Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yani 90'lar sonrasındaki Trabzon'da geçiyor. Bavul ticareti, kadın ticareti ve daha bilmediğimiz kirli işler iyice yaygınlaşmışken... Trabzon'un bu süreçte yaşadığı sosyolojik değişimi, kentin özellikle bazı semtlerinin yaşam biçiminde oluşan ani yozlaşmayı, bunun bütün toplumsal dokuyu nasıl etkilediğini gözlüyorsunuz. Kentin turistik belde ve binaları mekanları oluşturmuş: Ganita Çay Bahçesi, Rus Pazarı, Çömlekçi, Boztepe, Sümela Manastırı, ilk anda sayabildiklerim...

Çoğunlukla hayatta kalma, bazen de lüks yaşamaya özlem yüzünden, özellikle Trabzon ve çevresinde yaşanan, kısaca Nataşa olarak adlandırılan kadınların dramları hakkında hepimizin az çok bildiği şeyler var. Bunlara kendi perspektifinden birkaç karakterle ışık tutmak istemiş Çiğdem Sezer. Çok nesnel değerlendirmeyle bu çabaya 10 üzerinden 9,5 veriyorum.

Mavi Çayırın Kadınları'nın yerli kahramanlarının ise travmatik çocuklukları var. Benliklerinde yer etmiş olumsuz anılar yüzünden şimdi özellikle karşı cinsle olan ilişkilerinde sürekli bir tıkanıklık gözleniyor. Bu, tanıdık bir durum olmakla birlikte, bunun kahramanları nereye götüreceği veya götüremeyeceğini merak ediyorsunuz.

Romanın dili, benim gibi bazen hangi dili konuştuğu bile anlaşılamayan biri için çok duru. Hatta hijyenik derecede temiz bir Türkçe. Unutmayalım geçmişte sağlık eğitimcisi olan bir yazarla karşı karşıyayız. Sadece, acaba Trabzon dokusu ve kokusu, yerel konuşma biçimine biraz yer verilseydi daha çok hissedilir miydi sorusu geçmedi değil aklımdan? Bir yandan da bu yazarın kendi tercihidir, bana mı kaldı tasası deyip kovaladım bu düşünce bulutunu tepemden. Sonuçta roman Türkçe yazılmıştı  ve Türkçenin kurallarını iyi bilmek ve kullanmak ayrı bir başarıydı. Türkçenin düzgün kullanılma başarısına 10 tam puan verdim gitti.

Hasan'la Olga'nın farklı diller ve kültürlerden iki aşık olmalarına rağmen şiirlerde buluşabilmeleri, bir şairin ütopyasıdır deyip çıktım işin içinden. Yazarı öncelikle şiirleriyle tanımış, sevmiş biri olarak... Puşkin ve Nâzım'ın şiirlerinden alıntılarla süslenmiş aşklarına da ben aşık oldum. Zaten şiirsiz aşkın, hayat damarlarından biri kopmuş demektir. Fakat Hasan ilişkisini bir gurbet aşkı olarak geride(Moskova'da) bırakmış, bu yönüyle Almancılar gibi davranarak bizi hiç şaşırtmamıştır. Şaşırtsaydı iyiydi... Hasan'a  rakamla -0-,  yazıyla -sıfır- verdim. Bu da ona ders olsun!

Romanın bir yerinde Perihan Teyzeyi(yazarın annesi) gördüm. İşte başkasının göremeyeceği bir ayrıntı daha. Nasıl nesnel olayım? Tatyana'ya çay ve kurabiye ikram etmişti. Mahallenin bu koruyucu teyzesinden başka kimse Tatyana'ya o kentte bir fahişe olduğunu unutturmamıştı. Bir tek o...

Roman kahramanlarının genel çizgilerine bakıldığında, bir şekilde çocukken mağdur olmuş ve dışı sertleşmiş kadınlar görüyoruz. Hepsi iyi eğitim almış sayılabilir. Belki huysuz, belki kaprisli ama özünde iyi niyetli ve duyarlı kadınlar. İşte nesnel değerlendirme yapmaya çalışan beni yoldan çıkaran bir detay: Kişi kendinden bilir işi. Çiğdem Sezer "iyi"nin yanında bir yazar. İnsanlar iyi olsun, mutlu olsun, aşklar güzel olsun derdinde. Onun için derleyip toparlayıp düzenleme gereği duyuyor bu çivisi çıkmış dünyayı.

"Ah güzel 'Çiğdem Ablam' benim" diyorum, şair bozuntusu bile olmadığım için devamı gelmiyor haliyle, düz yazı olarak anlatayım; umut veren bir Yeşilçam filmi gibi geçti özellikle yerli karakterlerin hayatları gözümün önünden. Kitabı bitirdiğimde tatlı bir gülümseme yayıldı yüzüme, hiç denemediğim bir şeyi yapmaya bile karar verdim: Bu roman değerlendirme yazısını yazdım, değerlendirme kısmı eksik kalmıştır yüksek olasılıkla, affola, izlenimlerimi yazdım diyelim. "Her şey güzel olacak", mottosu diriliverdi içimde ki hiç kanmam ben bu beylik laflara, inanmak isterim, o ayrı...

Romanın insana ve insanlığa umut aşılama gücüne 10 üzerinden 100 verdim. Yetkimi MEB'den almasam da kanaat notu kullandım. Çünkü belki ihtiyacımız olan tek şey o umut tohumunda saklıdır. Gerisi teferruattır.

Bambolika
13.05.2013
Ankara

Antilop ve Flurya'dan




Margaret Atwood'un Antilop ve Flurya'sını biraz önce bitirdim. Bu dünyanın kahrolası kapitalist düzenini daha iyi anladım ve yaratılan distopya beni silkeleyip bıraktı sanki. Konunun sosyal ve pozitif bilimsel tasarımıyla uygulanışı bir yana hayal gücünün sınırlarının olmayışıyla, edebiyatın kucaklaşmasından nasıl harikalar çıkabileceğini yeniden anladım.


Kurguya bayıldım, sıralı değil ama ters yüz bir zaman karmaşası da yok.  Merak unsurunu köreltmeden ama okurun sabrını zorlamadan anlatımı sürüp gidiyor.  Baş karakterdeki(Jimmy)  hasarların etkisini çok betimlemeden, düşünce biçimiyle ustalıkla vermiş yazar.Geçmiş oldukça detaylı ve berrakken sonrası bulanıyor.


Bu türden fantastik eserlerde hep şu koku gelir burnuma: Sanki senaryoya kolayca çevrilebilirlik durumu vardır. Gerçi  beynimiz artık o şekilde işliyor da olabilir, yani zihnimizde sinema görüntüleri canlandırabiliyoruz belki. Bu olumsuz ya da  kısıtlayıcı bir şey mi acaba diye düşündüm okur bakımından. Yoksa yazar belki, tam da bunu hedeflemiştir.

Roman bitmiş haliyle, he sanki o bitmiş, asıl beni bitirdi, bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Kapakta romanda bahsedilen hayvanlara daha çok benzeyen canlılardan niye kullanmamışlar, diye düşünüyorum? Yani bu türden illüstrasyon yapmak zor olmasa gerek. "Tabak kadar kanatları olan kelebekler" örneğin, benim ilgimi çekerdi. Domuzonlara benzer fareler neredeyse bizde bile vardı bildiğim; üzerinde insan kulağı büyütüyorlardı laboratuvarlarda. Demek istediğim, bence  kapak sönük kalmış romana göre.

Çeviride ufak tefek kusurlar vardı belki. Kusurların mantığı da vardı. Çünkü iki zorlu işi başarmış Çevirmen Dost Körpe(isim takma değilmiş; kuşkulanıp araştırdım). Biri zaten sözcük dağarcığı çok geniş ve halüsinasyonlar gören bir kahramanı seslendirmek, bir diğeri ise o kahramanın ortamı. Öyle bir ortam ki artık genetiğin cılkı çıkmış bir dünyada yaşıyor. Bir canlıya birden fazla canlının özelliği yerleştiriliyor ve yeni bir adı oluyor haliyle. Bu adı Türkçeye sırıtmadan çevirmek kolay olmasa gerek... Domuzon bunlardan biri, kurtek, rakunk... Yani bana çeviriler uydu gibi geldi. Gerçi avantaj da sağlamıyor değil bu durum, sonuçta bu sözcükleri Türkçeye kazandıran ilk kişi olunca, sözcüklerin yerli yerinde olup olmadığını  karşılaştırılacak bir durum da yok.

Elbette her eseri özgün dilinden okuyacak durumumuz yok ama İngilizcemi ilerletip böyle romanları anadilinden okusam, tadına da doyum olmaz herhalde. Yaz bunu bir kenara kızım Bambolika!


Roman bittiğinde kendime ve yazmaya hevesligiller familyasına pek bir üzüldüm. 11 yaşına kadar okul görmemiş bu teyze, belki de bizim, beynimizi en taze döneminde körelten eğitim sisteminden azade bambaşka bir düşünce biçimi geliştirmişti. Çalışarak, didinerek yaşadıkları ve düşledikleriyle harman yapıp böylesi yapıtlara imza atabilecek duruma geldi. 16 yaşında yazar olmak istediğine karar verdi ve kendini çok okuyan biri olarak tanımlıyor. Klasik masallar yani fantastik eserlerin atalarıyla başlamış okumaya... Daha sonraları para kazanabilmek için erotik dergilere kısa öyküler bile yazmış.

Atwood o kadar alçak gönüllü ki, twitter'dan kendisine teşekkür ettim. Yanıt verdi; teşekkür etti. Bilmem mesajım 'yazmaya hevesligiller'e gitti mi?


Araştırma yaptım, tahmin ettiğim gibi romandaki genetiğiyle oynanmış hayvanları canlandırmış birileri. Biri de bu tavşan türü; fosforlu, jel kıvamında. Sonra bunlar aşırı çoğalınca, onları yiyecek canlılar üretiyorlardı.



7 Mayıs 2013 Salı

Sadeleştirilmiş Sucuklu Kuru Fasulye



Mutfağa veya midesine meraklı Değerli Okuru merakta bırakmamak adına hemen sadeleştirme ne demekmiş onu anlatayım. Burada sucukları yemeğin pişmesinin son veya istenirse servis aşamasında ince dilimleyip sonra dilimleri dörde bölmeyi ve bunu tavalayıp yağını aldıktan sonra yemeğe veya tabağa eklemeyi kast ediyorum. Yoksa bayağı kesirlerle ilgisi yok. Korkmayın hemen... Hatta altına kağıt havlu döşediğimiz bir kapta, kızarttığımız sucukların yağını iyice emdirebiliriz. Sucuk aromasını kuru fasulyede çok sevmeme rağmen, yağının tamamı suya geçince hem kalorisi artıyor hem de mideyi zorluyor. Zorlamalar demokrasilerde yeni çareler aramaya itiyor bizleri.




Malzemeler:

1. 1/2 kilo Karadeniz fasulye veya benim bulabildiğim gibi İspir fasulyesi
2. Bir büyük kuru soğan
3. Domates ve biber salçası, her birinden birer çorba kaşığı
4. Zevke göre baharat
5. Bir küçük kangal dana sucuk
6. Bir güveç tenceresi(daha lezzetli oluyor denedim)
7. İki kaşık yayık tereyağı ve biraz sıvı yağ

Semtin sosyete pazarını yeni keşfeden Bambolika pazardan ala ala yarım kilo İspir fasulyesi ile yarım kilo karnıkara almıştır. Karnıkara börülcenin bence güzel adı. Karnıkara denince her Türkçe bilen görünce ne olduğunu anlar; karnında doğum lekesi gibi karalık vardır bunun. Oysa börülce öyle mi, görümceyi çağrıştırdığından yemeyen vardır vallahi. Zavallı bakliyata yazık değil mi?

Sebze dedikodumuzu da yaptıktan sonra kuru fasulyeyi nasıl pişirdiğim konusuna geçeyim?
Akşamdan, -ben bu işleri akşam yemeğini müteakip yaparım- güzelce yıkadığım fasulyelerimin üzerini beş on santim geçecek kadar ılık su ile bekletmeye aldım. Bu ılık suyu da çaydan kalan sudan tedarik ederim ki, o su kendi halinde soğuyup ziyan olmasın.

Ertesi gün iyice kabarmış fasulyelerin suyunu döküp birkaç taşım haşladım. Bu arada kapağını kapalı unutmayın ki taşım gerçek anlamını kazanmasın. Ben öyle yaptım; ocağı temizlemekle meşgulüm halen.

Sonra fasulyeleri süzüp duru sudan geçirdim. Vitamin mineral ne varsa, hepten kaçtı gitti ama biz bunu ninelerimizden böyle gördük. Yapacak bir şey yok! Güveci ocağa oturttum, orta ateşte yağı içine ekledim, üzerine soğanı doğradım. Evde acı sivri biber vardı onu da doğradım. Onlar kavruladururken salçayı da içine koydum ve fasulyeleri içine attım. Burada bir hinlik yaptım. Su olarak damacana suyu koydum, çeşme suyuyla pişirmeye kıyamadım değerli fasulyelerimi. Çünkü hemen hemen tüm malzeme aynı olsa da Trabzon'da köyde pişirilen kuru fasulyenin tadını yakalayamıyordum. Anakam, eh buranın suyu başka, havası başka demişti. Eh havayı olmasa da suyu dağlardan getiriyorlar ayağımıza. Kullanalım bari!

Bu aşamadan sonra fasulye pişken olunca bir saat bile sürmedi yemeğin pişmesi. Yukarıdaki fotoğraf aşamasına geldik böylece. İsteğe göre bu sade haliyle de yenebilir ve baharat eklenebilir. Ben sucuğu bir bakıma baharat gibi kullanacağımdan baharat eklemedim. Sadece tuzladım biraz.

Sucukları tabağın üzerine baharat gibi ekleyince görüntü aşağıdaki gibi oluyor.




Bana biraz önce epey afiyet oldu. Size de olur umarım.

Elbette pirinç pilavı da ister yanına, mümkünse sadeli yani pirinç ve tereyağından olandan. Kışa veda, yaza merhaba olarak düşünün. Mevsim yemeği değil ama...



Bambolika
07.05. 2013
Engürü