25 Mart 2012 Pazar

Yaşam Yorgunu ya da Yorgun Yaşamlar


                               
Yürürken sanki dünden sıkı bir dayak yemiş gibi bir yerleri acıya acıya giderdi. İçin için kızardım birlikte yürüyorsak, bu kadın niye böyle yürüyor diye? Hatta arızalı bir belim ve hafif bir aksamam olmasına rağmen ben hep ondan daha hızlıydım. Canım yansa da önce işimi bitirmem gerekliydi sonra gelirdi diğer şeyler.

İnsanları tanıdıkça bedensel oluşumları ve hareketlerinin, yaşamın onlara sundukları ve yaşamdan beklentileriyle ne kadar ilintili olduğunu anlıyorsun. Annesiyle babası küçücük yaşta ayrılınca ordan oraya sürüklendi Kezban. Hiçbir insan ona güven vermedi. Hep ama hep gidiciydi kaldığı yerlerden diğer kardeşleriyle birlikte. Oturduğu sofralarda hep doyurulması gereken fazladan boğazdı. Üç kardeşten biriydi hani tek de değildi. Üç taneden fazla köfte yiyemezmiş. Anlamamış, afallamıştım duyanda. Et sevmediğinden mi? Hayır, üvey annesi hiçbir zaman fazlasını tabağına koymadığından. Şartlanmıştı.

Kezban’ın annesi babasından boşandıktan sonra çocuklarıyla görüştürülmemiş, hatta ikinci eşi tarafından çocuksuz olarak tanıtılmıştı yeni aileye. Yıllar sonra bir bir varlıkları ortaya çıkmıştı. Yok sayılmak ne kadar katılaştırırdı bir evladın/annenin yüreğini? Bir anne çocuklarıyla nispet yapar mı? Maddi sıkıntılarla yoğrulmuş, sonradan durumları iyiye gidince de eskisinden daha cimri olmuştu. Çocukları bir şeyler istediğinde “Çalışsın alsın.” diyordu. Para biriktirmek temel amaçtı artık. Tek dost para olmuştu yıllarla. Çocuklar kendilerini düşünüyorlardı, onu düşünen yoktu. Hep istiyorlardı, vermekten haberleri yoktu. Ben kızıverince “Onlara bakmakla yükümlüyüz, onların tercihi değildi dünyaya gelmek. İhtiyaçlarını karşılamak zorundayız olanaklarımız ölçüsünde. Üvey annene kızıyordun, nasıl böyle düşünürsün?” yelkenleri suya indiriveriyordu. Karşısında parlayan biri olunca da süt dökmüş kedi gibi olması, ayrıca üzücüydü.

Ben pilavın birine koktuğunu onda gördüm. Şaşırdım hani, pilav en fakir sofrasında bile pişirilen bir yiyecekti. Hani öyle kebap, pirzola gibi gündelik olmayan şeyler için bu durumu normal sayardık ama pilav, alelade pirinç pilavı! Akıl edip bir tabak ikram edememiştim de sonra hem ona hem kendime kızmıştım. Eh, çok canı çektiyse bir ölçü pişirsin diye düşünmüştüm. Evinde pirinç mi yoktu?! Sonradan kendime kızdım, kim bilir pilavla ilgili bilmediğim ne anısı vardı da illaki başkasının ki kokuveriyordu işte.

Eş seçimleri korkunun etkisiyle midir Kezban gibilerin? Maçonun önde gidenini bulurlar ne hikmetse, güçlü görünümleriyle sığınacakları dulda gibi olduklarından herhalde. Şikayet edip dururdu bana eşini, zaman zaman haksız olduğunu düşünsem de, kadınların tarafında yer almak gelenektir bizde. Bence bu tür kadınlar önceleri gösterdikleri özverilerle sonradan eşlerini ezecek kozlar biriktirirler. Yokluğa, ilgisizliğe hatta belki aldatılmaya boyun eğerler ve yaş kemale erince adamları ezim ezim ezerler. Bu durum Kezban’da da hortlamaya başladı. Kronik, sinirsel bir hastalığa yakalanınca etrafındaki herkese çatmaya ve intikam almaya başladı sanki. Yıllarca boşuna annelik yapmaya çalışmış kayınvalide bile istenmiyordu artık. Maço oğlunun duyarsızlıklarını kayınvalide allem edip kalem edip hep affettirirdi gelinine. Şimdi duyarlı oluvermişti adam, kim bilir kaç vakte kadar kayınvalideye ihtiyaç yoktu?

Pazardan dönerken gözlemliyorum onu. O önden ben arkadan gidiyoruz bu sefer. Eskisinden de ağır gidiyor. Yetişince selam veriyorum. Yüz ifadesi gergin, mutsuz, yorgun. Artık eşi doğum gününde takılar alıyor. Küçük çocuğunu okula kalkıp eşi gönderiyor. Kimse ondan bir şey beklemiyor iş anlamında. Neden gergin olduğunu merak ediyorum: Geçmişin artıkları yakasını bırakmıyor. Bir türlü halleşemiyor, helalleşemiyor hiç biriyle. Benim sözlerim de artık kâr etmiyor ona. Hatta tersliyor beni. Çözüm; artık kaprislerin dozunu arttırmak mı? Bıktırmak mı çevredeki insanları? Yaşamın yorgunluğu böyle çıkar mı? Başkalarına yaratacağın yorgunluk sana dönmez mi Kezbancım? Yoruluyorum dinlerken son gelişmeleri(!): Kayınvalidenin beyninde tümör varmış. Bir hafta sonra damadı ameliyat ettirecekmiş. Ziyaretine başka kente gidecek ya, masraf! Küçük oğlanın zayıfları varmış. Büyüğün biri okulu uzatmış. Ortanca devamlı para istiyor. Adamın işleri azmış. Kriz malum.
Görümcenin gelini kaçmış...Kavga mı ne etmişler……….
Eltisinin………….
Kızkardeşşşşşşşşşşşş…………………………………………intihar teşebbüsünde………..
kim????????????????????

Kaçıyorum bir yolunu bulup………..Bütün kadınlar kadar yorgunum……

Hanife TÜRKSEVEN
İzmir- 2008

NOT:Sosyal Hizmet Uzmanı Sitesinde yayınlanmıştır.

15 Mart 2012 Perşembe

Sivil Toplum: Sivil Anayasanın Takipçisi



"To leave the world a little better than you found it. That's the best a man can ever do." 
 Yani Paul Auster der ki: "Dünyayı bulduğumuzdan biraz daha iyi durumda bırakmak; yapabileceğimiz en iyi şeydir. "

Dünyada olup bitenlere seyirci kalıp, hiçbir şekilde acaba nasıl değişir diye düşünmeyenler de vardır, hatta epey vardır. Öyle olmasa dünya bugünkü sefil halinde olmazdı.

Bir de dünyayı daha iyi, daha yaşanabilir kılmak için çalışanlar, didinenler vardır. Bu kaygı ile yola çıkanlar çeşitli yöntemler benimsemişlerdir. Ya silahlı güç ya da düşünmeye, konuşmaya, iknaya ve sürekli bu çabaları doğrultusunda barışçıl eylemler yapmaya uğraşanlar. Ben ikinci kategoriye Sivil Toplum diyorum. Silahlandığınız zaman "sivil" olamazsınız.

Sivil toplum askeri olanın, bürokrasinin karşısındadır. Sivil toplum gönüllüleri de bir araya gelip kişisel ve toplumsal hakları için örgütlenmişlerdir. Bunlara da Sivil Toplum Kuruluşları deniyor. Amaçları, kurdukları örgütler yoluyla hak mücadelelerini yaygınlaştırmaktır.

Türkiye'de sendikalar, odalar dışındaki sivil toplum örgütlerinin gelişmesi 12 Eylül Darbesi sonrasına rastlar. Kimilerine göre bu yüzden sivil toplum örgütleri çok da işlevsel değildir. Değişim ve dönüşüm şöyle dursun, var olan sisteme supap görevi görürler. Zaman zaman ben de bu duyguya kapılsam da, bilinç geliştirmek, farkındalık yaratmak bakımından bu türden örgütlenmeler silahlı mücadelenin yanında daha yumuşak geçişler sağlayarak toplumu dönüştürmeye katkıda belki de daha etkindirler. Daha hızlı olamasalar da....

Bir de aktif siyasetin içinde yer almaktan çekinen benim gibilerin, kısmen de olsa siyasete bulaşması durumudur aslında. Seçmen olarak aslında siyasi aktörlüğümüz(aktris mi demeli) vardır, elli milyonda bir de olsa. İşte bu bilinçli seçmen olma çabası ve hali de bizi sivil toplum örgütlerine iter. Yani sivil toplum örgütleri çoksa ve çokça sesi çıkıyorsa demokratik bir ortam var gibi bir duygu durumum var. Sizler ne dersiniz? Ha bir de kitlelerin ortak sesleri bu kuruluşlar aracılığıyla bir dönüşüm sağlıyorsa ne ala! Sivil toplum misyonunu tamamlamıştır bana göre.

Şu anda Türkiye'de sivil, yeni anayasa çalışmaları almış başını gidiyor. Herkesin yeni bir anayasa yapılması konusunda hemfikir olduğu yetkili, yetkisiz tüm ağızlardan duyurulmaktadır. Şu ana kadar savaş koşulları, savaş sonrası koşulları ve darbe sonrası anayasaları olmuş Türkiye Cumhuriyetinin, bu tür sınırlayıcılar olmadan, korkusuz, demokratik, sivil ve günümüz koşullarına uyacak, sağlam bir anayasaya ihtiyacı var.

Ben 12 Eylül Anayasası mağduruydum, belki de hala bu mağduriyetim sürüyordur. Anayasanın maddelerine aykırı bir eylem yaptığımdan değil, anayasayı, gerekçelerini hazırlamış bir hocanın öğrencisi olduğumdan. Anayasaların "temel" hak ve özgürlükler konusunda kısıtlamalara gitmemesi gerektiğini düşündüğümden, şimdiki aklımla baktığımda askeri düşünceye, devletin vatandaşın üstünde olması görüşüne karşı olduğumdan mağdurdum.

Özellikle kadın hakları konusunda sivil toplum örgütleriyle çakıştı yollarım daha sonraları. Sistemin ataerkil, militarist yapısı kadın olarak beni eziyordu. Buna karşı savaşım vermekle başladı sivil toplum maceram. Tabii ki anayasa yapılırken kadının bu durumunun -en azından yasal alt yapı olarak- düzeltilmesi gerekir. Dünyada bu türden anayasaları olan ülkeler var. Kadın erkek eşittir deyip işin içinden çıkamazsınız. Kadın erkek eşitliği sağlanmalıdır, bunu sosyal ve ekonomik anlamda güvenceye alan bir ibare olmalıdır anayasada. Belki kanun önünde eşitlik dışında başka bir ana madde açılabilir. Bu teknik ayrıntıyı hukukçulara bırakıyorum. Uygulamada daha belirgin atılımlar olmalıdır. Bence var olanlar yeterli değildir. Sivil topluma bu noktada da ayrıca verilen sözlerin tutulmasını takip görevi düşmektedir.

Şu andaki anayasal durum aşağıdaki gibidir:


X. Kanun önünde eşitlik
MADDE 10.– Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
(Ek fıkra: 7/5/2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010-5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.
(Ek fıkra: 7/5/2010-5982/1 md.) Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde (…)* kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.
(*) 9/2/2008 tarih ve 5735 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle, bu fıkranın“bütün işlemlerinde” ibaresinden sonra gelmek üzere “ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında” ibaresi eklenmiştir. Ancak daha sonra aynı ibare, Anayasa Mahkemesinin 5/6/2008 tarih ve E.2008/16, K.2008/116 sayılı Kararı ile iptal edilmiştir (Resmî Gazete, 22 Ekim 2008, Sayı 27032)



STGM'nin Sivil Sesler Festivaline* geçen yıl katıldığımda anayasa ile ilgili bu çabaların gerekli ama yeterli olmadığı duygusuna kapıldım. Sanki hükumet yani bu meclis tablosuyla yasama gücü, yazın, çizin, söyleyin; biz bildiğimizi yaparız der gibi geliyordu bana. Elbette bu durum bizim savaşımızı durdurmamalı ama zaman zaman umudumun kırıldığını itiraf etmekte de yarar var. Sisypos gibi kayamızı geriye düşürebiliriz ama geri dönüp alabiliriz. Almalıyız. Sivil toplum örgütleriyle temas halinde olunca, senin gibi düşünenlerin aslında azımsanamayacak kadar çok olduğunu görünce umutlanıyor insan.

4 Mart günü İzmir'de geniş bir sivil toplum örgütü yelpazesi olan Bizsiz Anayasa Olmaz** Platformu ile tanıştım. Türkiye'yi dolaşıp halka ve yerel sivil toplum örgütlerine yeni anayasa ile ilgili hem bilgilendirme yapıyor, hem de onlardan veri topluyorlar. Bu türden bir şey Türkiye için ilk. Umarım gerçek amacına ulaşır. İzmir ayağında beklenenin çok üstünde katılım olmuştur. Farklı görüşten insanlar da olsak ortak bir amaç için; aslında çok basit olan daha iyi yaşamak için, aynı masa etrafında toplanıp, konuştuk, tartıştık. Benim için iyi bir deneyim oldu. Görüşlerimiz değişmedi belki ama karşımızdakinin görüşü farklı diye onu dövmek isteği duymadık. En azından ben duymadım.

Süreç devam ediyor. İzmirli sivil toplum örgütleri olarak da bir araya geldik. Çalışmalarımız başladı. STGM'nin yönlendiriciliği ile birleştik. Bugüne kadar yapılan anayasa taslaklarını, çalışmaları, talepleri inceliyoruz. Ortak taleplerimizi belirleyip sesimizi duyuracağız bizler de...

Haberlerimizi bekleyin...

Bugüne kadar yapılan anayasa çalışmaları  hakkında aşağıdaki linkleri kullanabilir, bilgi edinebilirsiniz. Dilerseniz katkı da koyabilirsiniz.

http://www.stgm.org.tr/tr

**http://www.bizsizanayasaolmaz.org/












13 Mart 2012 Salı

"Ülkeye, millete hayırlı olsun!"


Sene 1993 mevsim yaz, oğlum küçük, dertlerim çok, üniversitede siyasi ortamın boğuculuğundan mutsuzum vs.vs. Televiyonda duman altı bir otel. İçerde insanlar varmış. Aziz Nesin de ordaymış. Çok dert etmiyorum; göz göre göre insanları yakacak halleri yok herhalde, diyorum: Yer, Sivas, Madımak Oteli, ne güzel adı var diye geçiriyorum içimden. Sivas'ın ozan kenti olduğu belli.

Devletin insafının kurumuş olabileceğini ertesi gün anlıyorum. Gözü dönmüş yığınlar oteli tutuşturmuş. İnsanları göz göre göre yakmışlar. Dışardaki kalabalığa(vatandaş sadece onlar ya) bir şey olmamış şükür, gibisine beyanatlar duyuyoruz resmi ağızlardan. Hatta hedef olarak belirlenen Aziz Nesin'i kalabalığa sunmak isteyenler bile olmuş; linç edilmesini yani.

Radikal dincilerin bu türden saldırılarda kabarmalarının nedeni, hep din elden gidiyor'dur. Yahu senin dinine mensup olmayanların senin dinine yapacağı ne olur? Senin elinde dinin, sende duruyorsa zorla elinden alan mı var? Haydi var sayalım dinini rahat yaşayamıyorsun, bunun sorumlusu Aziz Nesin ve birkaç Alevi aydın mı? Onlar da dinlerinin veya dinsizliklerinin kısıtlanmasından şikayet edenler. Ülkenin Sünni İslamcı ekonomik ve politik yapılanması yüzünden destek bulamayanlar. Dışlananlar... Bu durumda din elden gidiyor demek, mealen senin dinini tanımıyorum, benden değilsen "geber" demek oluyor, üslubumun kusuruna bakılmasın, çünkü yaklaşım bu. Başka sözcük hafif kalır.

Oğlum büyüyor. Üniversiteyi ortalıyor neredeyse, bu otelde katledilen 35 kişinin katilleri yargılanmış, cezalarını çekiyor olmalıydılar, değil mi? Hiç de değil. 12 Mart 2012 itibariyle bu dava bitmiş, zaman aşımı, 6 firari sanık da bir türlü ele geçirilip yargılanamamıştır.  Ölenlerin yakınlarının bile takipleriyle bu kişilerin yurt dışına gittikleri, ehliyet aldıkları hatta evlendikleri ortaya çıkmış ama devletimin ciddi göz problemleri var, bir türlü görememiş sanıkları. Ah onlar sınır ticareti yapan çocuklar olacaktı ki!...

Haydi sanıkları bulamadılar, kader diyelim, bu dava sırasında sanık avukatlarının tamamını nerdeyse AKP milletvekili olarak gördük. Eli meşaleli halkın da temsil hakkı var tabii. Bu gözler daha neler görecek?

Bir gün önce aralarında neden gözaltına alındıklarını bir türlü anlamadığımız Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın da bulunduğu dört gazeteci-yazar serbest bırakıldı. Tutuksuz yargılanmak üzre. Bir yılı aşkın bir süredir tutulmalarının hesabını kim verecek? Darbeler sonrası gibi keyfi bir hukuk açıkça görülüyor. Hiç şaşırmıyorum, ben AKP zihniyetini yaratan ve pekiştirenin de 12 Eylül Darbesi olduğunu düşünüyorum.

Demokrasinin istenilen yere gelindiğinde inilecek bir tren olduğunu söyleyen liderden kendinden başkasına adil olmasını beklemek ne kadar akıllıca olur sorarım size? Sivas davası zaman aşımından düşünce: "Ülkeye, millete hayırlı olsun!" demiştir "netekim", olmazsa oldurur zaten.


İzmir, 13 Mart 2012




7 Mart 2012 Çarşamba

Bizler Uyurken...

Bizler uyurken insanlar acı çekerler. Bazen de bu acılar yok yeredir. Yani ne bileyim, kanserin son aşamasına gelmiş, tıbbi yanıt alınamadığından değildir. Doğrudan insanların kurduğu sistemlerden biri olan devlet erkinin gücünü kötüye kullanmasından ileri gelir. Acılar katmanlaşır. Fazla söze gerek yok ki, aşağıdaki raporu okuyun yeter! Bir de bu vakaların, bu çalışma grubuna yansıyabilenler olduğunu düşündüm yani buz dağının görünen yüzü...

8 Mart-Dünya Kadınlar Günü-Devlet Kaynaklı Cinsel İşkence Raporu 
BASINA VE KAMUOYUNA…

Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu, 8 Mart Dünya Kadınlar günü nedeniyle, 1997 yılından bu yana yürütmekte olduğu kadınlara, travesti ve transseksüellere yönelik Devlet Kaynaklı Cinsel İşkence olayları ile ilgili sayısal döküm raporunu kamuoyuyla paylaşmaktadır. 

İlgilerinize sunuyoruz. 


Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı
Hukuki Yardım Bürosu

Av. Eren Keskin Leman Yurtsever 


Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi
1997-2012 Raporu


Toplam başvuru sayısı: 347 
Türkiye’deki başvuru sayısı : 344
(3 Başvuru Berlin Bürosu açılmadan önce Almanya’da alındı) 

Berlin Bürosu’ndan alınan başvuru sayısı : 3 

Yurtdışında bulunan kadınların sayısı: 30 
Türkiye cezaevlerinde bulunan kadınların sayısı : 41 

Suç Dağılımı: 

Tecavüz: 80
(2 kadın tecavüze uğradıktan sonra intihar etti, bir kadın işkence sonucu öldürüldü, 14 yaşındaki bir kız çocuğu tecavüze uğradıktan sonra akrabaları tarafından “namus temizleme” gerekçesiyle öldürüldü, 1 kadın işkencenin uzun vadeli etkisi sonucu Aralık 1999 tarihinde öldü. 1 kadın işyerinde tecavüze maruz kaldı. Ailesi hakkında ölüm kararı çıkardı)
Cinsel Taciz: 267

Yukarıdaki Vakaların Dağılımı:

Zorla fuhuş: 4
Kayıtsız gözaltında taciz ve tecavüz: 21
Basın yoluyla cinsel taciz: 1
İşkence sonucu bebeğini düşüren: 8
3,5–10 yaşlarındaki çocuklarıyla birlikte işkenceye maruz kalan: 10 
Tecavüze uğradıktan sonra hamile kalan: 5
(3 çocuk yaşıyor, 2 çocuk aldırıldı, 1 çocuk ise ölü doğdu)
Bekâret kontrolüne maruz kalan: 5

Yaş Bilgileri: 

10–18 arası: 42
18–67 arası :305 
Suçu İşleyen Failler Dağılımı *:

Polis : 254
Jandarma/Asker : 90
Özel Tim: 17
İnfaz Koruma Memuru: 43
İtirafçı :4
Gazeteci: 1
Adli Tutuklu: 24
Belediye Başkanı: 1
Adliye görevlisi bekçi: 1
Diğer Kamu Görevlileri: 3

Kadınların Statüsü:

Kürt: 255
Türk: 84
Alman :1
Roman.:4
Bulgar :1
Romen : 1
Avusturya:1

Kadınların Gözaltına Alınma Nedenleri:

Siyasi nedenlerden ya da savaş kaynaklı
Toplam sayı :269
Savaş kaynaklı : 19
Kendisi siyasi :218
(Bunlardan 1 tanesi adli-siyasi, 5 tanesi siyasi-savaş kaynaklı, 7 tanesi siyasi ve ailenin erkek üyeleri hakkında bilgi almak için, 7 tanesi siyasi ve ailenin siyasi üyelerinden dolayı cezalandırmak için) 
Ailenin erkek üyelerini konuşturmak ya da (genellikle) ailenin erkek üyeleri hakkında bilgi almak için:16
Ailenin siyasi üyelerinden dolayı cezalandırmak için : 16
Adli nedenlerden
Toplam sayı: 78
Adli nedenlerden dolayı tecavüze uğrayan: 9
Adli nedenlerden dolayı cinsel tacize uğrayan : 69

Davaların Hukuki Durumu:

Toplam dava dosyası : 158
AİHM’de sonuçlanan davalar : 24
AİHM’de görülen davalar: 18
(1 dava intihardan sonra da devam ediyor) 
Ceza Mahkemeleri’nde devam eden davalar :38
Yargıtay’da bulunan davalar : 9
(1 dava daha önce AİHM’ de Türkiye aleyhine sonuçlandı. Dosya tekrar Yargıtay’da)
Savcılıkta bulunan davalar: 62
(2 davada takipsizlik kararına itiraz olumlu sonuçlandı, yeniden savcılıkta)
Takipsizlik kararından sonra itiraz edilen, henüz kararı verilmemiş davalar: 7


Projede kapanan, arşive kaldırılan dosyalar:

Toplam sayı: 190 
Korktuğu için hukuki işlem istemeyen :97 
(Buna rağmen 1 olayda Fail/Asker görevden alındı) 
Dava devam ederken vazgeçen: 14
(1 olayda mağdur dava açıldıktan sonra gördüğü ağır baskı sonucu vazgeçti. 1 dosyada, açılan dava beraat ile sonuçlandı; mağdur davanın Yargıtay kararıyla yeniden görülmesi söz konusuyken vazgeçti)
İç hukuk yolları tükendikten sonra vazgeçenler: 8
Başvurudan sonra mağdura tekrar ulaşılamayan: 7
Mağdurun kendi avukatları tarafından takip edilen davalar: 42
(3 dava AİHM’de; mağdurlardan 1 tanesi kaçırıldıktan sonra cinsel işkenceye maruz bırakıldı, dosya İçişleri Bakanlığı’nca fail bulanamadığı gerekçesiyle 2.5 ay sonra işlemden kaldırıldı)
Mağdurun kendi avukatlarının hatası sonucu hukuk yoluna başvuramayanlar : 2
Mağdur davasıyla kendi ilgileniyor: 3
Delil yetersiz olduğu için hukuk yoluna başvuramayanlar: 5
(Bir dosya Almanya’dan)
Projeye başvurmadan önce iç hukuk yolları tükenen : 2
Türkiye’de mahkeme kararı ile sonuçlanan davalar: 8
(1 dava iç hukukta faillerin mahkûmiyeti ile bitti. 10 ay cezanın teciline karar verildi. Diğer dava ise faillerin cezalandırılmasıyla bitti)
Mağdurun faille zorla evlendirilmesi sonucu davanın düşmesi : 1
(Fail/Komiser) uyuşturucu mafyası tarafından öldürüldü: 1

Ölüm Vakaları
Toplam sayı: 7
14 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz gerekçesiyle ceza takibi yakınları tarafından
İstenmedi: 1
Mağdurun ölümü nedeniyle düşen davalar: 3
(1 kadın cezaevindeyken ölüm orucunda yaşamını yitirdi. 1 kadın iç hukuk yolları sürerken yaşamını yitirdi. 1 kadın namus nedeniyle aile meclisi tarafından öldürüldü)
İhmal sonucu ölüme sebebiyet vermekle sonuçlanan dava :2
(Dava 1 yıl hapis cezasıyla sonuçlandı. 1 dava failin görevden alınmasıyla sonuçlandı)
Dava mağdur intihar ettikten sonra da AİHM’ DE devam ediyor: 1

Suç duyurusu nedeniyle ağır baskıya maruz kalanlar: 

Toplam sayı: 134 
Baskı sonucu Türkiye içerisinde yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalanlar: 40
Korkutma, tehdit, tekrar gözaltına alma ve/veya işkence: 51
Mağdura karşı dava açılması: 41 
Başvurudan sonra cezaevindeyken hakkında disiplin soruşturması açılan: 2 


Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze
Karşı Hukuki Yardım Bürosu
Kuloğlu mah. Turnacıbaşı Sokak Fikret Tuner İşhanı
No: 39 Kat.2 Beyoğlu/İstanbul
Tel. Faks: 0212–245 45 93–94

5 Mart 2012 Pazartesi

Aklımda Ne Kaldıysa

Dün yani 4 Mart günü bütün günümü Anayasa Platformunun İzmir ayağındaki oturumuna katılarak geçirdim. 750 kişilik rekor katılım İzmirlinin gezenti ruhunun yansıması mıdır, diğer kentlerde düşük katılım gösteren kadınların İzmir denince canlanmasının tezahürü müdür bilemedim. Ama bu çok güzel bir duyguydu: İtiraf ediyorum. % 31'imiz kadındı. Yalnız, gelen temsilci heyette bir kadın gördüm o da konuşmak için söz almadı veya vermediler. Hiç kadın milletvekili gelmedi.

Vatandaşı mutlu etmenin aslında ne kadar kolay olduğunu anladım. Eline televizyon kumandası yerine seçeneklerden birini oylayabileceği bir kumanda verilince mutlu oluyor. Anında salon onun fikrini de sonuç olarak görüyor. Yemeği ayağına geliyor. Konuşuyor ve yiyor. En donanımlı olan akşam öğünü sırasında bir gün daha bizle kalır mıydınız sorusu denk gelince, hepimiz evet diyoruz. Oturum bitmiştir, yorgunluk var ama bir işe yaramış olmanın verdiği yanılsama ile keyifler doruk noktadadır.

12 Eylül anayasasının yılmaz savunucularının öğrencisi olarak halkın -gerçi çoğu üniversite mezunu veya bir şekilde konuyla ilgiliydi salondakilerin- hangi noktaya geldiğini merak ediyordum. Bu toplantıya katılmamın temel nedeni bu idi.

STGM'nin birkaç toplantısına da katılmış biri olarak anayasa yapım sürecini edebildiğim kadar takip ediyordum..

Doğru mudur yanlış mıdır bilmem ama masada söz alanların hangi siyasal eğilime yakın olduklarını bulmak ilk bir saat işim oldu. Bulunuyor da kolayca. Gerçi her yöne meyleden ayran gönüllü vatandaş çoktur. Aslında  siyasi konjonktürü de bunlar belirler. Onları ikna etmek kolaydır örneğin ama bu fikirden kaç saat sonra vazgeçecek diye kendimle iddiaya girmişliğim vardır. :)

Dindar nesil yetiştireceğiz diyen başbakanın yansıması, masada en zorlu rakipti. O zaten yetiştirilmişti. Belki istenildiği kadar başarılı bir ürün değildi ama inadıyla yıldırıyordu.

Çoğumuz okullarda din dersinin zorunlu olmasını yanlış bulduk. Dindar zat çocuğuna "yanlış" olan Evrim Teorisi okutulduğu için çok muzdaripti. Ben de çocuğuma istemediğimiz halde Sünni İslam eğitimi verildiğinden. Gerçi Evrim Teorisi yanlıştı, din(onun dini tabii) bize iyiliği, güzelliği öğütlediğinden doğruydu... Ben başka dinler de var; belki ben onları çocuğum öğrensin istiyorum dedim veya zaten o dinlere mensup olabiliriz, biraz şaşırdı haliyle...

Çocuğumuzu aile olarak dindar yetiştirmedik, çok vicdanlı ve dindar insanlara karşı benden anlayışlı oldu. Bense dindarlığın tavan yaptığı bir yerlerde büyüdüm. Bilmem bir şeyler anlatabildim mi?

Bu zatın ısrarla halkın "% 98'i Müslüman olan ülke" demesi üzücüydü. Kim verdiyse bu oranı! Altın oran mübarek!

Dünkü toplantıdan sonra "dindar olma"nın ama kindar olmamanın aslında ne kadar rahatlatıcı bir şey olduğunu düşündüm. Vicdanınızı nasıl kullanacağınız yazılıdır. Kirlenirse af dilersiniz. Çok kötü bir şey yaptıysanız; şeytana uymuşsunuzdur... Uykusuz gecelerin ilacı bulunmuş....

Oysa kendi pekiştirilmiş vicdanı içinde dönenir durur bazılarımız.

 ---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Konuyla ilgili haberin  linki aşağıdadır. Okuyunuz... Katılımcı demokrasi örneğidir. Umarım bu katılımların yansıması duyumsanır yeni anayasada.

http://www.beyazgazete.com/video/anahaber/trt-1-66/2012/3/5/anayasa-platformu-izmir-de-izle-251830.html






1 Mart 2012 Perşembe

Frida



yorumsuz
kendini cinsiyetle bile sınırlandırmamış özgür kadın
.
....
.........




Kırk Tırt


           Kırk yaşıma girdim gireli eskisine göre çok daha manidar bulmaya başladım “kırk”la başlayan her şeyi. Ya da içinden kırk geçenleri...

     “Kırk tırt”  beni çok tanımlamıyor; çünkü ben fiziksel olarak -tabiri caizse- kırkı bulmadan tırtlayabilmişlerdenim. Bu arada “tırt” işe yaramayan kimse anlamındadır. Belki de üniversite bitmeden evlenip çoluk çocuk olayına daldığımdan beş yıl avans kullandım.

“Kırkından sonra saza başlayan ahirette çalar.” atasözüne katılmak isterdim; ama denemek gerek. Hem sonra ahirete de boş boş gitmekten iyidir bir sanat öğrenip öyle gitmek diye düşünüyorum.

“Kırkından sonra azanı teneşir paklar.” Bu söze katılıyorum; artık kalbimin eskisi kadar sağlam olmadığını doktorların bana söylemesine gerek yok. Tartışmalardan kaçarak kişiliğime hiç uymayan tepkiler veriyorum sırf kalbim sıkışmasın diye.

Masalların o meşhur tekerlemesi vardır ya suçluyu cezalandırmak için “kırk katır mı kırk satır mı?” diye sorulan. Çocukken hep sanki kırk katır derse suçlu, kırk katır verecekler diye umutlandığım… Oysa kırk katırın peşi sıra sürüklenerek öldürülme cezasıdır bu.

“Kırkının da kulpu kırık kırk küp” tekerlemesini bir hamlede söyleyebiliyorum, o halde çok yaşlanmadım. Ama çağrışım ne kadar boş ve anlamsız değil mi?

“Kırkı çıkmak” loğusalık süresi veya bebeğin artık güvenle dışarı bırakılma sürecidir. Ya da ölenin yas süreci bir mevlitle bitirilir.

“Kırk hamamı” bazı yörelerde doğumdan kırk gün sonra yapılan bir merasimdir. Loğusalıktan çıkılışı kutlar kadınlar. Yıkanıp yunulurken, yenir içilir, eğlenilir.

Evet, evet, bebek ve loğusalar için doğum sonrası kırk gün çok önemli bir eşiktir. Kırk gün içinde bebek ateşli hastalığa yakalanınca  “kırk basması” denir. Kırkı çıkmamış iki bebek aynı mekâna denk gelmesin istenir; çünkü “kırkları karışır” ki bu hiç de hayırlı bir emare değildir halkın gözünde.

“Kırklara karışmak” annemin çok namaz niyaz edenler için kullandığı bir deyimdi. “Kırklar” kırk kişilik bir abdal, derviş, ermiş kişiler grubudur. Bunlardan biri olmak için gerçekten iman gücü gerekir. Ama kontenjan kırkla sınırlıdır ve emeklilik gibi bir şey söz konusu değildir, dikkatinizi çekerim.

“Kırkkilit otu” ise şifalı bitkilerden, atkuyruğu olarak da bilinir. Belki zamanında sayıp sayıp kırk derde deva olduğunu görünce kırkkilit otu demiştir atalarımız. Ki bu sayılar konusunda atalarımızın hikmetinden sual olunmaz diye bir saptama yapabilirim kolaylıkla.

“Kırkikindi yağmurları” da adından vefa umulacak yağmurlar değildir. Orta Anadolu’da yağar, ikindi vaktine denk gelir; ama toprağı doyurmadan geçer gider.

Çok anlamındadır kırk. Hani bazen elliden bile çok, yüzden bile. Rakam olmanın ötesinde bir kavramdır sanki. “Kırkayak” örneğin, hayvancağızın ayaklarını saymaya çalışmıştım çocukken, korkarak tiksinerek. Sanırım kırk taneden fazlaydılar. Ya da ben yanlış sayıyorum diye sıkılıp bırakmıştım. Büyüyünce fark ettim ki abartmak konusunda biz Almanlardan daha mütevazıyız: Onlar kırkayağa “Tausendfüsser” yani binayak diyorlar. Gülebilirsiniz, ben gülmüştüm öğrendiğimde, bu kadar desteksiz atmalarına…

Çaresizlerin de çare ararken düştüğü durumdur “kırk kapının ipini çekmek”

“Kırk tarakta bezi olmak” deyimi de “birçok işle meşgul olan” anlamında olup çok da olumlu bir durumu ifade etmez.

“Kırkından sonra at olup da kuyruk mu sallayacak” sözüne bittim; çünkü yeni duydum. Yalnız en çok acıtan da bu oldu. “Hani yaş yetmiş, iş bitmiş” deyimi o yaştakilere nasıl etki ederse bu laf da bende aynı etkiyi gösterdi. Bundan sonra suratımdan o muzip sırıtmayı atmış olarak yazıyorum; ama sizler bunun farkında değilsiniz. Çaktırmamaya çalışıyorum.

“Kırk gün günahkâr, bir gün tövbekâr.” Kötü işler yaptıktan sonra kendisinden beklenmeyen iyi bir iş yapanlar için kullanılırmış. Sizin için taze taze TDK’den apardım.

Yazarken yazarken anneannemin “kırkyama”ları düştü aklıma. Off, saatlerce çeşit çeşit, desen desen kumaşı kesip diktiği, her torununa en az bir tane örtü hediye ettiği… Birazdan bir tanesini çıkarıp koklayacağım. Anneannem kokuyordur hâlâ, değil mi? Ölüm anneannemin kokusunu benden alamamıştır, değil mi?

İnanmayacaksınız ama bilgi dağarcığı zengin anlamında yine “kırk”lı bir deyim var: “Kırkambar” Böyle giderse kırkambar olacağım araştıra araştıra (punduna getirip cümle içinde kullandım ki aklımda kalsın). Çerçi ve içinde çok karışık şeyler olan yer veya kap anlamına da geliyormuş bu deyim; ama ben ilkini çok sevdim. Bundan sonra entelektüellere kırkambar demek istiyorum. Kim tutar beni!

“Kırk gün taban eti, bir gün av eti” avcıların av uğruna taban tepmelerini alaya alan bir sözdür.

“Kırk evin kedisi” ev ev gezen kişi anlamında kullanılır ki İzmir’de “gezenti” dediklerine benziyor olsa gerek bu kişi.

Bir de “kırkbudak” adında bir kırk kollu şamdan varmış. Bektaşilikte erenler meydanına konulurmuş. Yahudilerin yedi kollu şamdanının yanında bu avize gibi bir şey olmalı.

“Kırk yıl kıran olmuş, eceli gelen ölmüş.” deyişi de bizi çok iyi anlatıyor. “Biz Türk’üz, bize bir şey olmaz.” söyleyişiyle benzerliği var mı, bana mı öyle geliyor? Salgın ve hastalıklar olsa da eceli gelmeyen ölmez anlamında kullanılırmış. İlahi Türk insanı!

Araştırırsanız siz daha da fazlasını bulabilirsiniz belki de… Özellikle yerel deyimler çok daha ilginç. Bir de kırkı aşan deyimler var, onlara hiç girmeyeyim diyorum: Sadece bir örnek vereyim, hem nazara karşı da korunmuş olayım: “kırk bir kere maşallah”.

Nedense bir de aklıma bin dokuz yüz kırklı yıllar gelir ki, vahşetin krallığını beyan ettiği yıllardır. İnsan bütün canlılığı bir anda yok etme caniliğini öğrenmiştir.

Kırk hakkında düşünmek istemiyorum artık. Aklıma bir türlü olumlu şeyler gelmiyor. Bir arkadaşım kırkına bastığı gün yakını görmediğini fark ettiğini söylemişti. Ertesi gün göz doktoruna gidip gözlüklenmişti. Çok şükür, ben zaten gözlüklüyüm.

Hanife Türkseven 
İzmir / 2 Ekim 2010
Not: Kırk da geçti şaşkınız be yavrum yaaaa...


Kim Entelektüel, Kim Değil?

Cesur mu? Cüretli mi? 

Susmalı mı? Konuşmalı mı? 

Aslında yazmak istediklerim, bu soruların beynime düşmesine neden olan bir yazıdan edindiğim, o biraz mide bulantısı, biraz beyin zonklamasını gidermekten öte bir çaba değil. Sizi temin ederim kimseyle derdim yok benim. Hani diyor ya bir şarkıda: “... Benim derdim kendimle...” 

Ben sadece, bende entelektüel bir cevher var mı, sorusuna yanıt arıyorum? Hatta entelektüalizm bir cevher midir? Bende varsa, baktığında bir diğerinde olmamalı, ne dediği kendi içinde bile tutarlılık göstermeyen anlatıma bakılırsa. Belki bende yoktur. Yoksa anlardım ne demek istendiğini (her ne kadar yazım kılavuzunu hiç görmemişse de böyleleri ve görmeye niyetleri yok gibiyse de), kendine “şıp” diye entelektüel diyebildiklerine göre. 

Artık sözlük yok malumunuz, internette birçok kaynak var: Vikipedi’den yararlanıyorum. 
Neymiş, ne değilmiş entelektüel diye. Ben en çok etimolojiyi severim sözcük araştırırken. Latince intellectus yani anlamaktan geliyor. Anladım sanırım; Almanca intelligent: zeki anlamında kullanılan sözcükle aynı kökten olmalı. Bana da zeki derlerdi oralarda. Yoksa ben de acaba… 

Bizde eskiden münevver kullanılırmış entelektüel anlamında. Sonra Türkçeci yaklaşımlar döneminde aydın sözcüğünü kullanmışız. Entelektüel aynı zamanda batı özentimizi yansıtan bir sözcük, okurken-araştırırken kendi kusurumu da buluyorum. Aydın belki de entelektüelden de öte ve güzel bir sözcük. Ben neden Latince kökenli olanı kullanıyorum ki? 

Temel olarak Vikipedi bence çok net olmayan şu tanımı vermiş: Zekâsını ve analitik düşünme yetisini, mesleki ya da şahsi amaçlarına erişmekte kullanan kişi. 
Bu tanımlamaya bakıldığında bir çıkarcılık, bir kurnazlık seziliyor. Aklıma seksenli yıllarda çokça kullanılan ve dilimize o yıllarda girmiş sözcükler geldi birden: entel, entel-dantel, entel maganda, entel barı, … Halkın gözünde tam da bu tanımlamaların, entelektüel sözcüğünü karşıladığını anlayıverdim birden. Sırtımdan soğuk terler döküldü. Umarım bu tanımlamaya göre ben ondan değilimdir, demeye başladım bile. Çünkü dikkat edin bireysel bir tanımlama. İçinde toplum, sosyal veya ortak’ı çağrıştıran hiçbir eser yok. 

Vikipedi’nin diğer tanımlamalarını da aktarıyorum: Kapsamlı bilgi ve birikim gerektiren soyut konularla derinlemesine ilgilenen kişi. Bu beni biraz rahatlatıyor. Ancak yine toplumsal bir kaygı yok gibi, ne dersiniz? 

Biraz sevdiğim tanımlama: Mesleği mal ve hizmet üreten diğer meslek gruplarından farklı olarak, fikir ve bilgi üretmek ve/ veya yaymak olan kişi (akademisyenler, bilim insanları vb.) Anlamadığım entelektüel dediğin bu işten para kazanmalı mı? Para için yani ödemesi yapılan fikir ve bilgiler ne denli bağımsız olabilir? Belki de entelektüel dediğin bağımsız fikir ve düşünce üretmese de olur (mu?). Canım sıkılıyor, bir parantez bu kadar mı sinir merkezlerini ihlal üzerine açılır? Ama meslek dediğin de para için yapılmaz mı? Yok yok. Ben entelektüel olmadığımdan anlayamıyorum. Hep bir çapanoğlu arıyorum tanımlamalarda. Yani akademisyen eşittir entelektüel demek istemiş. Ben üniversitedeyken böyle değildi. Şimdi bu eşitlik sağlandıysa, iyi bir kazanım. 

Sonuncusu: Kültür ve sanat konularında uzman kabul edilen, bu konulardaki bilgisi, birikimi kültürel bir otorite olmasına olanak sağlayan ve toplum karşısında çeşitli değerlendirmeler yapan kişi. Bu kişiyi tam anlayamadım ama kendini entelektüel kabul eden, bana bu yazıyı yazdıran kişiler böyle olduklarını düşünüyorlar. Oysa diğer tanımlamalarla yetinseler belki sorun benim açımdan kısmen çözülecekti. Şimdi anladım ki bu ayrımların hiçbirini kabul edilir bulmayıp, kendini “her konuda ama her konuda” otorite görenler bende bu bulantılara, baş dönmelerine yol açıyor. Ohhh, rahatladım… 

Ben entelektüel olmak istemiyorum artık. Aydın bir kadın olmak çabasındayım. Kimseye yalakalık yapmadan, bildiğim ve inandığım, milim milim öğrendiğim görüşlerimi her platformda söylemek istiyorum. Karşılığında işsiz kalsam da… Sevilmesem de… Cesur olmalıyım yani. Pimi bozuk bir el bombası gibi, kendilerine entelektüel diyenlerin ellerine bırakıyorum cüretlerini. Usulca çekiliyorum kuytulara. Çok okumam gerek, çooook….


Radikal'de 12.6.2009 tarihinde yayınlanmıştır. Entelektüel sözcüğüne takıntı yapmışım bir zamanlar...

İğğ Papatya Değilmiş!


Papatya aşığı kedimiz Dursun Jr'ın kasımpatı ile karşılaşınca yaşadığı hayal kırıklığının vücut diline yansımasıdır.
Sizlerden bu konuda yazmanızı istesem neler çıkar acaba? Çok değil birkaç cümlecik...
İşte, bu da papatyalar ve Dursun Jr'ın tepkisi...