27 Şubat 2012 Pazartesi

Kadifekale'de 8 Mart

8 Mart'ı Kutlarken Kadifekale Bir Yumruk Gibi Oturdu Böğrüme

“Kadının İnsan Hakları İçin Uçurtma Uçuruyoruz” mailleri dolanmaya başlayınca dolu dolu bir gün geçireceğimizi ve çocuk kadınlar olarak kadınlığımızın öncesine döneceğimizi düşünmüştüm. Uçurtma uçuramıyoruz. Omzumda “Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı” dönüyoruz, güvenli kentimize(!).
İzmir - BİA Haber Merkezi
08 Mart 2009, Pazar
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumunun düzenlediği uçurtma şenliğine dün katılacağım için çok sevinçliydim.
Çocukluğumdan beri hiç uçurtma uçurmamıştım.
“Kadının İnsan Hakları İçin Uçurtma Uçuruyoruz” mailleri dolanmaya başlayınca dolu dolu bir gün geçireceğimizi ve çocuk kadınlar olarak kadınlığımızın öncesine döneceğimizi düşünmüştüm.
Sabah Konak Belediyesinin bir etkinliğine, oradan da belediyemizin aracıyla saat bir civarı Kadifekale’ye doğru yol almaya başladık.
Ben daha önce hiç Kadifekale’yi görmemişim. Sadece televizyonda bir belgeselde rastlamıştım.
Kırık dökük bazı söylentiler var beynimde. İşte, oralar Mardinlilerin gettosuymuş. İzmir içinde köy gibiymiş falan.
Ankara’dan İzmir’e gelmiş biri olarak, hani İzmir’in merkezinin bile öyle çok tasarlanmış bir mimari yapısı olmadığını bildiğimden pek de inandırıcı bulmuyorum bu lafları.
Benim oturduğum evin balkonundan şahane bir deniz manzarasına eşlik eden korkunç beton yığını bir görüntü varken, Kadifekale de çok kötü olamazdı.
Önce yolumuz üzerindeki bir mahalle ağzımızı açık bırakıyor. Ben, pazar var herhalde, diyorum. Ama sırf orta yaş ve üzeri erkek var.
Kadınlar pazara gitmiyor mu? “Yok”, diyorlar, “burası hep böyle, pazar yok”.
Kahvelerde oturmuş adamlar. Kaygısızmış gibi bir sessizlikle bakıyorlar etraflarına. Bir arkadaşım da cenaze var diye düşünmüş hani o kadar erkek bir arada olunca. “Yok, o da değil” diyorlar.
Minibüsümüz ilerledikçe tandırları görüyoruz. Harbiden doğudaki gibi tandır başında ekmek pişiren kadınlar. Onlara yardım eden köylü kızlar. Henüz sesleri yok, minibüsün camından izliyoruz. Birimiz atılıyor.
Yönetime adaylardan biri. “ Ben de bunu anlamıyorum. Köyü buraya taşımışlar. O zaman burada(kentte) yaşamalarının ne anlamı var?”
Atılıyorum hemen. “Bari sen yapma” diyorum.” İçim kanıyor. İzmir’in bir kesiminin klişe lafları vardır böyle konularla ilgili.
Aynını böyle birinden duymak tedirgin ediyor beni. Bu manzara değil, minibüsün içindeki düşünce manzarası batmaya başlıyor bana.
Bir şeyler geveliyorum. “ İsteyerek mi yapıyorlar bunu. İsteyerek mi göçmüşler acaba? Evde elektrikli turbo fırın var, son zamanların kepekli özel unları var, bir de eğitimini mutfak üzerine almış mı bu kadınlar da, sırf otantik olsun diye tandır kullanıyorlar?”
Bir kısmını söylüyorum. Bir kısmını yutuyorum belki. Kahroluyorum ama…
Sonunda Kadifekale’nin en tepe noktasındaki açık alana geliyoruz. Bir sürü çocuk. Ben seviniyorum, tabii, uçurtma olur da çocuk olmaz mı?
Minibüsten “ Aa, kimse gelmemiş SHÇEK’ten herhalde, sırf çocuk dolu burası” sesleri yükseliyor.
Bense SHÇEK denince “çocuk” anlıyorum daha çok. Ama bu çocuklar başka, kurumdan gelen birkaç çocuk ve Tülay Aktaş Toplum Merkezi kadınları haricindekiler, bu mahallenin çocukları.
Yani bu boş alan onların. Dolaşıyorlar ayaklar altında. Bekliyorlar bir şeyler dağıtılmasını. “Sadaka kültürünün etkisi” diyorum içimden. Başlarını okşayamıyorum. İletişim yeteneğim kayboluyor birden.

Rüzgar öyle şiddetli ki bu arada, bir şeyler konuşmaya çalışan kürsüdeki görevlinin ne dediği anlaşılmıyor.
Çocuklar kürsüye doğru hamle üstüne hamle yapıyor. Organizasyonun fikir anası Türkan Bakır (Sosyal Hizmet Uzmanı) çocukları tatlı dille uyarıyor, bütün mesleki yeteneklerini kullanıyor ama boşuna…
Ben buarada kopuyorum yavaş yavaş. Uzaklaşıyorum asıl Kadifekale’ye doğru. Tepenin eteklerine doğru bakabileceğim bir yere gidiyorum. Hava nasıl puslu, ha ağladı ha ağlayacak varoşun kalbindeki bu alana.
Yine beş on tandır, kimi kilimlerle, muşambalarla kapalı. Kimi faaliyette. Başlarında kadınlar, kızları ekmek pişiriyorlar. Konuşuyorlar aralarında ama ürkekçe, anlamıyorum. Kürtçe? Zazaca?  Bakışlarımız bir türlü buluşmuyor. Temkinliler bana karşı. Ben de tutuğum. Utanıyorum onlardan. Belki onlar hakkında düşünülenleri bildiğimi gizliyorum böylece, onlardan ve kendimden. Bakınıyorum onlar gibi sessiz ve umarsız. Gecekondulardan da acınası bir mimari var buralarda. Ankara Mamak, eşimin görev yeriydi ve nedense bana şirin gelirdi o gecekondular.
Bahçelerinde mutlak bir ağaç olurdu. Mutlaka köyü anımsatan sıcak bir şeyler. Tarhana kokuluydu oralar. Burasını anlamlandıramıyorum bir türlü.
İzmir hiç görmediğim kadar sisli bugün. Olsun, diyorum kendime. Bu kahra günlük güneşlik bir hava yakışmazdı zati. Kentlere küs, onurlu köylü kadın anneannem geliyor aklıma. Yine bir damla gözyaşı ve onun duru düşünce dünyasının yüceliğini anma…
Uçurtma uçuramıyoruz. Alabora oluyor planlar. Benim gibi birkaç kişinin yüzünde aynı kahır. Çocuklar minibüsümüzü tekmeliyor, taşlıyor istedikleri olmayınca. ‘Terörist’ diye yaftalanıyorlar birilerince. Omzumda “Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı” dönüyoruz, güvenli kentimize(!).
Ha unutmadan, biz Kadınlar Gününü kutlamıştık değil mi? (HT/EZÖ)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder