28 Aralık 2012 Cuma

Kırtharoşurv' à la Anakam


                                               

                                                 ZAGODANIN KURUTULMUŞ HALİ   


ÇORBALARIN KARDEŞLİĞİ

Pontus Rumları'nın Kırtharoşurv' Çorbası

Bu çorbayı yıllardır yemedim. Evde zagoda var. Arpayı ve barbunyayı denkleştirdim mi, tamamdır. Elbette anakamın kendi yetiştirdiği barbunyalarının kestaneyi anımsatan tadı olmayınca eksik kalacak ama yine de denemekte yarar var.
Anakara - BİA Haber Merkezi
29 Aralık 2012, Cumartesi
Anakamın (Anneannem) yaptığı yemekler arasında en çok sevdiğimdi kırtharoşurv'. Of Kadahor (Çaykara) yöresinin pratik yemeklerine göre biraz daha zahmetlidir. Zaman alır ki, bizimkiler için zaman yemek pişirmeye ayırmak için harcanası bir şey değildir. Zaman, yağmurun izin verdiği ölçüde çalışmaktır çünkü.
Çorbanın adı iki sözcükten oluşuyor. Kırthar arpa, şurva ise çorba anlamına geliyor. Sözcükler birleşince sanırım en az çaba yasası Pontus Rumlarının konuştuğu Romeyikada da devreye girerek -a düşer, böylelikle sözcüğün sonunu -şurv' diye telaffuz ediyor bizimkiler. Hatta sondaki -v de belli belirsizdir. Bir de ortada bir -o- var, o da sanırım tamlama yapmaya yarıyor. Dil uzmanı değilim. Diğer Rumca tamlamalardan yola çıktım.
Temelde bizdeki arpa çorbasını farklı kılan, son aşamada zagoda denilen kurutulmuş bir yayla otunun kızdırılmış tereyağında kavrulup çorbanın üzerine dökülmesidir. Bu otun veya baharatın diyelim, kokusunu bizim yörenin insanı çok sever ama bilmeyenler için taze soğan saplarının kurutulduğunu düşünün, biraz onu andırır. Taze hali bana incecik, yeterince gelişememiş yeşil soğanı çağrıştırırdı. Zaten araştırdığımda bazı hemşerilerim "soğan otu" diye çevirmişler Türkçeye. Bizim yemeklerimizdeki yeri Türk mutfağındaki soğan kadar önemli ve benzer olduğuna göre haksız da sayılmazlar. Hem taze hem de kurutularak tüketilir. Sıcağı sevmez. Sadece 1.000 metreyi aşmış yaylalarda yetişir. Kokusunu ve tadını orada bulur. Avrupa'da şekil olarak benzerini gördüm ama kokusu hiç benzemiyordu.

Anakamın arpa çorbası

Ben memlekette yaşarken yemek işleri ile hiç ilgilenmezdim. Bu çorbanın yapılışını teyzemlerin evinde kendisine göz kulak olmam için dibini tutturduğumdan biliyorum. Deneyim gerçekten başarısızlıklarımızdan çıkıyor sanırım.
Kışın daha çok yapılan bu çorbayı teyzem baharda yapmaya karar vermiş. Kendisi kuzenlerimi alıp çay toplamaya gitmişti. Ben sınav hazırlığında olduğum ve ders çalışmam gerektiğinden evde kalmıştım. Bunu fırsat bilen teyzem döndüklerinde neredeyse hazır olacağını umarak misafire çorbayı emanet etme gafletinde bulunmuştu. Arpa ve barbunya (istambolika) haşlanıp kara suları döküldükten sonra (zaten bu kısmını teyzem akşamdan yapmıştı), kıvamı oluşana kadar karıştırılarak pişirilecekti. Bu arada kuzine peşkoda pişebilmesi için arada bir odun takviyesi gerekiyordu.
Ben odun atmıştım sobaya ama yeterince karıştırmamıştım sanırım. Teyzem daha eve yaklaşmadan durumu anlamıştı. Gitti kırtharoşurv' diye vahlanmıştı. Ama becerikli anakamın becerikli kızı teyzem dibini sıyırmadan çorbanın esas elemanlarını alıp hemen başka kaba aktarmış ve içine kaynatılmış su ekleyerek, bulamaç haline çevirdiğim kıvamını açmıştı. Sonra kaynatmaya devam ederken içine iki küçük parça iç yağı atmıştı. Onları biraz kokusu ve tadı yemeğe geçtikten sonra çıkarmıştı. Teyzemin tek gözü kör kedisi bunu beklermiş gibi, hop diye dışarı atılan iç yağını yutmuştu. Bizim oralarda hiçbir şey israf edilmezdi. Nitekim dibi tutmuş tencerede su bekletilip suyu ineğe verildi. Böylece biraz fazladan işle hatam telafi olmuştu.
Son aşamada bol tereyağı zagoda ile kızdırıldıktan sonra çorbaya eklenmişti. Ev ekmeği ve taze soğanla bir sürü yemiştim. Yanında turşu da gider. Teyzem içine bolca kendi yetiştirdiği acı biberden de eklemişti.
Bu çorbayı yıllardır yemedim. Evde zagoda var. Arpayı ve barbunyayı denkleştirdim mi, tamamdır. Elbette anakamın kendi yetiştirdiği barbunyalarının kestaneyi anımsatan tadı, Fengula'nın (bir ineğinin adı buydu, ay gibi güzel anlamında) tereyağının kokusu olmayınca eksik kalacak ama yine de denemekte yarar var.
Google'da yaptığım bir araştırmada, diyet için de kullanılan bir çorba olduğunu gördüm. Uzun süre tok tuttuğundan ve yüksek vitamin değerleri olmasındandır sanırım. Su yerine son aşamada süt veya ayran ekleyenler de var. Bu çorbanın seçmemin bir nedeni de kaybolan bir damak tadı ve besini anımsatmaktır.
Siz dibini tutturmadan deneyin. Afiyet olsun...
* Pontus Rumcası diğer adıyla Romeyikadan bir sözcüktür. "th" kısmını İngilizce seslere göre yazdım. Özünde iki ölçü arpa yarması(bazı yörelerde göce olarak bilinir), bir ölçü haşlanmış barbunya ile pişirilen bir çorba çeşididir.

http://www.bianet.org/biamag/kultur/143175-pontus-rumlari-nin-kirtharosurv-corbasi

9 Aralık 2012 Pazar

Bambolika'nın Pırasalı Böreği


Pırasalı- Patatesli Börek

Elde açılmış yufka tadını yakalayamadığımdan börek yapmaz olmuştum. Börek istediğimizde yufka alıp içine bir şeyler atıp teflon tavada pişiriyorduk epeydir: Gözleme bir bakıma.
Ankara'ya gelince buranın hamur işlerinde daha başarılı olduğunu anımsadım. Yediğim en güzel mantıları burda tatmıştım. Karaşarlıların içi katıklı dedikleri yumurta ağırlıklı böreği de çok severdim.
Her neyse, göçmen kayınvalidem pırasalı içle çok güzel açma börekler yapardı. Bende o kadar yetenek ve sabır yok. İkidir yufka aldığım pastaneden gelen ürünler çok güzel olduğundan ve böreğe uygun bir klasik fırın aldığımızdan pırasalı börek yapıyorum. Çok da güzel oluyor.



Dedim ki hemen bunu paylaş, arkadaş taifesi de yararlansın. Kış sebzelerini yemeyen çocuklarıdır, eşleridir yemiş olsun.
Öncelikle malzemeleri özenle tedarik ediniz.
1. 1 kilogram yufka 5 veya 6 yaprağa denk gelir
2. 1/2 kilogram pırasa
3. 3 orta boy patates
4. 3 yumurta
5. 1 su bardağı süt
6. 1 çay bardağı sıvı yağ
7.  1/2 çay kaşığı karbonat
8. 1 tutam maydanoz
9. tuz, pul biber, salça(zevke göre miktarını ayarlayınız)
Öncelikle böreğin iç harcını hazırlıyoruz. Teflon bir kaba biraz yağ ekliyoruz. Rendelediğimiz patatesleri ilk önce ekliyoruz. Biraz kavurduktan sonra, küçük doğranmış pırasalarımızı da kaba boşaltıyoruz. Kıyılmış maydanoz, biraz salça, baharat ve tuzumuzu da kendimize göre ekleyip en sonda üzerine bir yumurta kırıp daha fazla pişirmeden karıştırıp kenara alıyoruz. Hamuru yapıştırmaması açısından harcın soğuduktan sonra kullanılmasına özen göstermeliyiz.
Bu karışım pişerken, ben iki üç işi bir arada yapıp kendimi zora sokmayı sevdiğimden yufkaların üzerine süreceğim karışımı hazırlamıştım bile. Bir bardak süt, iki yumurta ve sıvı yağımı iyice çırptım. Az ılık su ekledim ki hem karışım incelsin hem de ılışsın. Karbonatı da ekleyip güzelce çırptım ve bu da kenardaki yerini aldı.
Tepsiye bu sefer yağlı kağıt koymadım. Biraz yağladım. Yufkaları ortasından koparıp her yufkadan iki yarım daire elde ettim. Bu yarım daireleri hazırladığım karışımla iyice yağladım. Yarıçap kısmına ise harcımı parmak kalınlığında döşedim. Sonra rulo yapıp tepsiye  fotoda görüldüğü gibi yerleştirdim.
Üzerine kalan karışımı sürdüm ve evde çörek otu olduğundan ondan serptim. Susam da güzel giderdi tahminimce. Hiçbiri olmadan da olur. Endişe etmeyiniz. Böylece yazın buzdolabında kışın yine serin bir yerde birkaç saat bekletiniz börek adayını. Daha pofuduk oluyor. Sanırım harçlar, karışımlar hamurla tepkimeye girip tadını buluyor.
Önceden ısıtılmış 170 derecelik fırında, yarım saat veya taş çatlasın kırk dakikada böreğiniz hazırdır. Ilık, soğuk her türlü yenebilir efendim.
Afiyet şeker olsun. Şişmanlatan kalori değil de, üretiminizi artıran kalori yapması dileğimle. Bu işleri yapana yani aşçıya emeği çok olacağından kaloriler dokunmadan geçecektir. Hiç emek sarf etmeden böreği götürenler size diyorum huuu! Sizin durum vahim. Demedi demeyin. Kalori bombası bu!
(Bambolika'nın Spesiyal Müseccel Markasıdır, Her Hakkı Saklıdır ama o kadar saklı ki ben bile bulamıyorum, yemişler yahu bütün böreği. Neyse, iyi ki fotosunu çekmişim.)

09.12. 2012
Hanife Türkseven


2 Aralık 2012 Pazar

Üniformalasak da mı Saklasak?










Acaba Üniformayı mı, Yoksa Alışkanlıkları mı Savunuyorlar?

Sosyal medyada her türlü değişikliğin yansımasını anında gözleyebilirsiniz. Şimdi okullardaki yeni kılık kıyafet yönetmeliğine karşı olanların, taraf olanların gönderileri var bol bol. Üzücü olan şudur ki, karanlıkta gösterilen fil hikayesi gibi herkes işin bir tarafına dokunuyor ve yorum yapıyor, bütünü görmek istemiyor. Ya da aslında bütünü görüyor da ezeli muhalifliği onu, bunu dillendirmekten alıkoyuyor.

Ben de diyorum ki üniforma(üni: tek, bir- forma: giysi, şekil anlamındadır) adından da anlaşılacağı üzre tektipleştirmenin şekilci yanlarından biridir. Üniforma olmasa da öğrencileri uygun adım asker gibi yürütecekseniz, bence bu bir demokratikleşme atılımı sayılamaz. Bana göre tektipleşmeden kurtulmak, beraberinde eğitim sistemindeki militarist yapılanmayı da eritmekten geçer. Ancak eğitimde serbest kıyafet önemli bir adımdır. Bu haliyle belki yarım adımdır... Yine epey kural var hala; kızlara kısa kollu gömlek yasağı olması gibi. İzmir'i düşündüm de, 40 derecede uzun kollu ile dolaşmak! Ufunet bastı.

Hoş ben de birçokları gibi şu dönemde yapılanların demokratikleşme ve özgürleşme adına mı, kendi kitlesinin taleplerine nihayet cevap verme adına mı yapıldığından kuşkuluyum. Yok, aslında kuşkulu değilim. Elbette bir siyasi parti iktidar elindeyken özellikle kendi kitlesi için yasal düzenlemeler yapmak ister. Hakkı ve ödevidir bu, bir bakıma.

Bu durumu vaktiyle Milli Eğitim ders kitapları yazımında da gözledim ben. Sene 1998. Üçlü Koalisyon zamanı(DSP-ANAP-MHP). Eşim ve sol kökenli eğitimci arkadaşları kitap yazma komisyonuna çağrıldılar. Büyük bir coşkuyla edebiyat komisyonu olarak kitaplarını hazırlamaya giriştiler. Eşim ve birkaç arkadaşının en büyük amacı Nazım Hikmet'i ders kitaplarına almaktı. Ama olmadı, Talim Terbiye kitaplarına geçit vermedi.

Bilin bakalım Nazım'ı ders kitaplarına almayı kim başardı? AKP. Yanı sıra elbette Necip Fazıl Kısakürek( gerçi o daha önceden girmişti ama artırıldı yeri sanırım) ve adı sanı hiç duyulmamış edebi olduğu iddia edilen şahsiyetler de girdi edebiyat ders kitaplarına.

Şimdi bu kılık kıyafet işi de bence buna benzedi ama ben her şeye rağmen Nazım'lı bir ders kitabını tercih ederim, üniformalı çocuklar görmektense rengârenk çocuklar görmeyi tercih edeceğim gibi.

Statükoculuğun Türkiye'de adresi yok gibi. Herkeste çıkıyor. Bazen sağda bazen solda hortluyor. Alışkanlıklar konfor sağladığından, yenilikçi olduğunu iddia edenler bile statikocu davranabiliyorlar. Nihayetinde herkes kendine göre; rahatına, alışkanlıklarına göre tavır sergiliyor. Hak ve özgürlükler bakımından düşünmüyor.

Üniformayı destekleyenlerden gelen, bana göre ilginç savlar:
1. Çocuklar, gençler üniformaları olmayınca öğrenci oldukları anlaşılamayacağından, sahipsiz gibi olacaklarmış sokaklarda.
Buna vah vah dedim ve güldüm. Okul üniformaları ne yazık ki çevik kuvvet giysisi değildir. Çocuklar her halükarda sokaklarda yüzde yüz güvenli olamazlar. Ne yazık ki! Bana kalırsa bütün çocuklar okutulsun, böylece çocukların hepsi öğrenci olarak algılanacaktır.

2. Bazı ailelerin kaygısı ise öğrencilerin okulda maddi durumu iyi olan arkadaşlarında markalı kıyafetleri görüp özeneceği, isteyeceği. Elde edemeyince de ayrım olacağı. Yani ekonomik eşitsizliğin belirginleşeceği.
Hem serbest kıyafetle eğitim hayatı olmuş(İsviçre'de), hem de üniformalı ben, diyebilirim ki, hiç fark etmez. Orda birinin tişörtüne, burda da ayakkabısına heves ettiğim çok olmuştur. İlkokulda onun gibi boya kalemlerinden istediğim ve alınamadığı için günlerce ağladığım kızın adı bile aklımda. Bunun sonu yok ki? Maddi durumu iyi olan bir şekilde belli oluyor. Bazen maddi durumla ilgisi olmayan şeylere de özenirdik. Örneğin dantel yakalıklı ben, naylon yakalığa özenirdim. Çocukluk böyle bir şey. Ama genel olarak yakalığın boğazımı sıktığını anımsarım.

3. Çocuğumuza her gün yeni bir kıyafet giydirecek kadar zengin bir halk olmadığımız.
Her gün yeni bir kıyafet giydirmek gerekmiyor. Avrupalılar bile o kadar zengin değil. Temiz olması yeter. Bir hafta giyilince oluşan kirli kumaş kokulu önlüklerden, formalardan nefret ederdim. Günümüzde uygun fiyatlara giysi alınabiliyor. Dünyada ve ülkemizde resmen tekstil patlaması var. Bunu bile alamayanların zaten üniforma alacak gücü de yoktur. O zaman üniforma değil, sosyal devletim devreye girsin, lütfen!

4. Türbanı yasal hale getirmek için bu yönetmelik değiştirildi. Herkesi kapatacaklar. Şeriat istiyorlar.
İşte bu iddiaya net bir şey diyemem. Sonuçta seçmenlerine verilmiş sözler vardı. Herkesi kapatmak da isteyebilirler. Mahalle baskısının yoğun olduğu küçük yerlerde başörtüsü her derste, bahçede, laboratuvarda örtülecek belki. Benim geldiğim kasabada başlamışlar mıdır hemen, diye aklımda bir soru belirdi? Şimdi İmam Hatip Liselerinde başörtüsü örtünme-örtünmeme kuralları ne derece işliyor? Okullarda başörtüsü serbestisi dindar çevrelerdeki kızların okumasına bir yol olabilir mi gerçekten? Derin sosyolojik sorular? Yanıtları da net değil. En azından benim beynimde.

Üniformayı savunmakla eğitimin kalitesinde bir artış, demokratikleşme, sosyal ve ekonomik adaletin sağlanmasında bir gelişme sağlanır mı? Bence hayır.  Yeni düzenlemenin hakkaniyetle uygulanmasına katkı koymak, tıkanıklık ve art niyet görüldüğünde tepki vermekle çözülebilecek şeyler var ama kanımca. Yani dolaylı olarak dinsel bir eğitim vermeye kalkışılırsa, zorla kızımızın başı örtülürse örneğin tepki vermeli ki bu "gerçek laik" olması gereken Türkiye'ye yol açabilir. Bu gibi durumlarda ne yapılabileceğini, ne yapmamız gerektiğini titizlikle düşünüp hareket etmeliyiz. Toptancı mantığından vazgeçmeliyiz. Her yeniliğe hemen hayır demek, bir tür kolaycılık bana kalırsa.

Alışkanlıklar konforludur. Düşünmeden yaparız. Daha az yoruluruz. Bu tuzağa düşmemeliyiz.  Yenilikler ise heyecan verici olduğu kadar tehlikelidir de.

Bana kalırsa günümüzde türbanlı kadınların bazılarının örtünüşü de üniformaya benziyor. Kendi dini aidiyetinin giyim kuşam tarzı oluyor ve bunu bilenler onu tanıyor. Ama bu onlara devlet tarafından dayatılmıyorsa beni ilgilendirmiyor açıkçası.

Üç kuşaktır okul üniformaları evlerinden eksik olmayan bir neslin çocuğuyum. O yüzden müstakbel torunumun üniforma giymesini istemem şahsen. Değişikliklere evet ama bu değişiklik insan hakları ve demokrasiyi esas almayacaksa, özgürlüklerim başka bir şekilde kırpılacaksa, buna da olmaz diyeceğim.

Hanife Türkseven

24 Ekim 2012 Çarşamba

Kurban



Kim bilir yarın kaç tane koyun-çocuk, dana-çocuk dostluğu aniden kesilecek? Et kokusuyla uyanıp sevgilisi olmuş hayvanın kaybolduğuna, hatta bazen kesildiğine tanık olan çocuklara terapi hizmeti talep ediyorum. :( 

Hoş koskoca kadın anakam kendi büyüttüğü dana kurban edilince o etten yiyemezdi. İnsan iki laf çevirdiği dostunu yer mi? Anakam bu, evcil hayvanlarıyla kavga bile ederdi; ağız dalaşı. Dinler gülerdim, ben çocuktum, o sözde yetişkin. Yok sert saplı otları bırakmış da, yumuşak yoncaları yemiş de, şımarık mıymış da? Hepsi Pontusça. Yoksa Pontusça çocuk dilim mi benim? Köy dilim? Yufka yürekli dilim mi?

Ankara-24 Ekim 2012


25 Temmuz 2012 Çarşamba

DİDEM MADAK ŞİİRLERİNDEN

Didem Madak

SİZ AŞK'TAN N'ANLARSINIZ BAYIM?

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

Allah'la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım...
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmayı
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!

Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!

Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!


Şair hakkında Ekşi Sözlük'ten bir alıntı:
uluslararası şiir festivali'ne aşağıdaki tarihlerde katılacak olan şair:
12 mayıs 2010 emirgan beyaz köşk saat 14.00
13 mayıs 2010 yerebatan sarnıcı saat 20.00
ayrıntılı bilgi için:
http://www.istanbulsiirfestivali.org/tr/index.asp

edit: özgeçmişi sansürlendiği için kendisi festivalden çekilmiştir. aşağıdaki metin kendi kaleminden:

"uluslararası şiir festivali 2010 özgeçmiş sansürü festival broşürü için benden özgeçmiş istendiğinde, göndermiş olduğum özgeçmiş metninin son cümlesi “şu sıralar cadılık, büyü çeşitleri gibi konularla ilgileniyor ve bir “efsun kitabı” düşlüyor.”şeklindeydi. tanıtım broşürünü gördüğümde tarafımca yaz...ılan özgeçmişimden, benden izin almadan bu cümlenin çıkarıldığını farkettim. editöre bunun sebebini mail yollayarak sordum, herhangi bir cevap alamadım. bu cümleyi her kim özgeçmişimden hangi sebeple çıkarmış olursa olsun, şunu bilmesini istiyorum. ben cadıları sevmeyenleri sevmiyorum. cadılardan korkanlardan da korkmuyorum. özgeçmişime uygulanan bu sansürü şiirime uygulanmış kabul ediyorum. cadı avcıları her çağda olmuştur. bugün de vardır. ve maalesef artmaktadır. bir şiir festivali kitapçığında dahi cadılığa tahammülü olmayanlara bildirmek isterim. yazmaya çalıştığım kitap bir “efsun kitabı” olacak, cadı avcılarına yönelik büyü girişimlerim sürecek. benden bir hanımefendi olmamı bekleyenler ve hanım hanımcık bir özgeçmiş yazmamı dileyenler özgeçmişimi (hangi sebeple olursa olsun) kesip biçenler biliyorum ki bazı haddini bilmez beyefendilerdir. onlar muhtemelen şiiri ılık bahar yağmurları ile karşılaştırıp, bir tür oyun hamuru gibi istedikleri gibi yoğurabileceklerini zannedenlerdir. bu beyefendilerin bilmesini istediğim bir husus vardır. şiir onların zannettiğinden çok daha sert ve çetin bir şeydir. şiir onların caiz bulmadığı pek çok şeyi barındırır. şiirin tahammül edemediği onların tahammülsüzlüğü ve sansürüdür. denilebilir ki “ne olmuş canım bir cümleyi çıkardılarsa, sen de aklı başında bir özgeçmiş yazsaydın.’’ böyle söyleyenler şair değildir ve hiç olmayacaklardır. hiç olmamışlardır. aklım başımda olsaydı şiir yazmazdım. aklım başımda olsaydı her devirde nasıl beceriyorsam muhalif olmanın bir yolunu bulmazdım. aklı başında olanlar, aklı başında olmayan bir cadının özgeçmişini istedikleri gibi kesip biçebileceklerini sanmışlar ve bir cümleyi çıkarmışlardır. çıkardıkları cümle kendilerince muhtemelen caiz bulunmamış olabilir, belki bir şiir festivalinin “saygınlığına ve ağırlığına” yakıştırılmamış olabilir ki şiir hiç de onların istediği bir ağırlığı taşımayacak ve onların istediği biçimde saygın olmayacaktır. şiir, gerçek şiir okurlarının ve gerçek şairlerin anlayabileceği başka tür bir ağırlık ve saygınlığı yaşatmıştır. o halde sormak gerekir, bir şiir festivalinin açılış davetiyesine, resmi (formal) kılık kıyafetle teşrif buyrulmasını isteyenler de aynı “saygın” kişiler midir? bu kılık kıyafet yönetmeliği beni fena halde daraltıyor ve devlet memurları festivali ruhumu sıkıyor. özgeçmişimin makaslandığı festival kitapçığını gördüğümde incindim. önemsememeye çalıştım. neticede ben bir cadı olarak türlü ağır üzüntüleri şiir denen büyü ile başımdan savmıştım. aldırmamaya karar vermiştim. sonra gece yarısı üstüme büyük siyah bir pelerinin atıldığını gördüm rüyamda, uyandım. birden bire bu sansür beni çok sinirlendirdi. şöyle ki özgeçmişimden avukat olduğuma dair bölüm çıkarılsa hiç kızmazdım da, cadı olduğumu söyleyen kısım çıkarılınca art niyetli buldum. üstelik özgeçmişten ismi füsun olan bir kızımın olduğuna dair bir bölüm de çıkarılmıştı. demek insanın kızının isminin füsun olması da caiz değildi. bazılarının söylediği gibi hakikaten “ülkemiz normalleşiyor” ve başta şairleri normalleştirmek en mantıklısı, şairlerin özgeçmişlerinden caiz olmayan, örf adet ve din diyanete mugayir bölümlerin çıkarılması ve açılışta resmi kıyafet talepleri hep bu normalleşmenin belirtileri. öyle ki yakında bir cadı avı da başlayabilir, önce kendini cadı ilan edenler avlanır ve sonra bazıları cadı ilan edilerek avlanır. belki füruğ bizde de yasaklanır. belki bazı cümleleri özgeçmişimden çıkaranlar böyle bir tepki ile karşılaşacaklarını da öngörmemişlerdir. aman şimdi tepki çekmeyelim demişlerdir, festivalimizin “saygınlığı ve ağırlığına” cadı ve büyü gölgesi düşmesin demişlerdir. nasıl olsa bir cümle o kadar da önemli değil demişlerdir. işte o çıkarılan bir cümle bizi daha da cadılaştıran cümledir. festivalde şiir okumayacağım. ve bir cadı olarak beni fazlaca sinirlendirdiğinizi belirtmekle yetineceğim. eğer bana dense idi ki, özgeçmişinizden cadılıkla ilgili bölümü çıkaracağız izniniz var mı? hayır derdim. izin vermiyorum. maalesef bu da yapılmadı. bu “ağır ve saygın” festivali ve özgeçmişimi makaslayan beyefendileri ayıplıyorum. sizin festivaliniz varsa bizim de büyülerimiz ve kedilerimiz var. en muzır neşriyat duygularımla. hoşça kalın. didem madak
(aptallarin pin kodu, 11.05.2010 16:33 ~ 12.05.2010 07:46)


Didem Madak'la Bir Söyleşi:

“Hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururke bağıran şiirler.”
MÜJDE BİLİR-  Sevgili Didem, ilk kitabın İnkılap 2000 Şiir Ödülü’nü almıştı ve “Grapon Kağıtları” adını taşıyordu. Kısa bir süre önce de ikinci şiir kitabın “Ah’lar Ağacı”  (Everest Yay.) yayımlandı. Kitaba adını veren uzun şiirde “(…) Ne diyecektin, ne söyleyecektin/Şairlerin şahı olsan,/bir AH’dan başka./Ah benim nergis kokulu cehaletim/Bana yılarca, bunca sözü boşa söylettin./AH!” diyorsun. Nasıl bir yolculuktur, seni, “ah!” sesine getiren?

DİDEM MADAK- Grapon Kağıtları’ndaki şiirleri yazdığım dönemi izleyen üç seneye yakın bir dönemde iki şiir dışında hiç şiir yazmadım. Hiç o dönemdeki kadar çok ah demedim. Sürekli ah dediğim için uyarırlardı beni çevremdeki insanlar. Ah denmez derlerdi, af denir. O dönemde hep sıkıntıyı azalttığına inanılan hediyeler verildi bana. Akik taşlı yüzükler, muskalar falan. Sabrı öğütleyen bir kum saati bile hediye edilmişti. Herhalde şimdi de bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilemenin vakti geldi. Virginia Woolf’un Orlando’sunu çok severim. Orlando yıllarca göğsünde taşıdığı ve bir meşe ağacından esinlenerek yazdığı şiiriyle ünlü olur ve bir ödül kazanır. O zaman kitabını kendisine esin veren meşe ağacının altına gömmeye karar verir. Ve simgesel cenaze töreninde şöyle bir konuşma yapmayı planlar: ‘Bunu bir armağan olarak görüyorum diyecektir, toprağın bana verdiklerinin toprağa geri dönmesi olarak.’ Galiba ben de bütün birikmiş ahlarımı, söylediklerimi ve söyleyemediklerimi ‘Ah’lar Ağacı’nın altına gömdüm. Bu yüzden ‘Ah’lar Ağacı’ bir şiirden çok bir ağıt olabilirdi esasında. Kendi acısıyla dalga geçen ve gülerek acı çeken bir kadın ani bir manevrayla şiiri ele geçirdi ve en başta ‘iç ses’ diye söylenen ağlak kadınla, ‘Yıldırım Gürses’ diye cevap verip dalga geçti. Ve aptal aptal güldü bir de buna. Şimdi ‘Ah’lar Ağacı’nı nereye gömmeliyim diye düşünüyorum. Belki de ‘başsız ayaksız bir mezara.’ ‘Susmanın su kenarında’ bir yerlere…

Kitapta yer alan özgeçmişinde, “ruhunu ütüsüz ve buruşuk gezdirmeyi” sevdiğinden söz ediliyor. Hemen hemen bütün kadınlar ütü yapmaktan nefret eder, ama neredeyse hiçbir kadın ütüden kaçamamıştır. Şöyle de yazmışsın: “(…) Karnabahar kızartmıyordu asla/başroldeki kadınlar.” Bir kadın için ütüden kurtulmak -eğer başrol oyuncusu değilse- bu kadar kolay mı? Şiir yazıyor olmanın bu kurtuluşa katkısı nedir?

Sevgili Müjde sen de bilirsin, bazı kadınlar pasaklıdır. Bu tip kadınların kocaları işe, buruşuk gömlekler ve kopuk düğmelerle giderler. Herkes bu bahtsız kocalara acır. Sanki bir karışıklık olmuş gibidir, bir erkeğe ait olabilecek bir ruh, bir kadının vücudunda dünyaya gelmiştir. Sanki bazı meseleleri gizlemek konusunda, yüzyıllardır süren bir anlaşma var gibidir kadınlar arasında. Bu gizi, bilinmeyeni anlamaya çalışmak ve bunu dil aracılığıyla sorgulamak, daha ziyade erkeğe özgü bir çaba gibi görünür. Bazen de ölümcül sonuçlara sebep olabilir böyle bir çaba, bir kadın için. Sylvia Plath Üç Kadın’da şöyle der mesela: “Bu adamlara takıyorum ben/Nasıl da kıskanıyorlar düz olmayan her şeyi! Dünyayı/Kendileri gibi düz yapabilecek kıskanç tanrılar onlar.” Evet, sanırım hiçbir kadının ütüden kaçamamasına yarayan bir mekanizma işler durumda. Ben bundan başlangıçta çok bilinçsiz ve el yordamıyla kaçtım. Yazmak bu kaçışta bence çok önemli rol oynadı. Kafamın daha da karışmasına neden oldu. Bir dönem komik ve çocukça tercihler yaptım: Gerçi çabuk vazgeçtim bu karardan, ama benden önce yazmış kadınlara çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum. Sanırım bu söyleşiyi bir erkekle yapıyor olsaydım bana böyle bir soru yöneltilmezdi. Çünkü özgeçmişimde yer alan bu bölüm, bıyık altından gülünüp geçilecek kadar basit görünürdü ona. Ama senden böyle bir soru bekliyordum. Teşekkür ederim.

Adını şu an hatırlayamadığım bir zenci kadın şair şöyle demiş: Erkekler özgür iradeyi efendi efendi tartıştılar, bizse çığlıklar atarak tartıştık onu.

Çoğu kadın kendileri için önceden planlanmış güvenli bir hayata sığınır. Bu hayatın sonu baştan bellidir. Bir kadın bunun dışında seçimler yapmaya kalkıştığında, fena halde zora sokmuş olur kendini. (Haklısın, başrol oyuncusu olabileceği maddi manevi imkânların içine doğmamışsa eğer.) Çoğunluğu kendini gizleyen, koruyan, gardını alan, ürkmüş insanların yaşadığı bu ülkede bir kadın olarak bana ait bir hayatım olsun diye gösterdiğim çabaya ve kendi serüvenime haksızlık edemem. Bu yüzden hayatımı samimiyet ve cesaretle anlatmak benim için önemli. Benim hâlâ hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var, bu meselelerle samimiyet ve cesaretle boğuşuyorum hâlâ. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp, kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.

Şiir ütüden böylece kurtuldu madem, yaşlanmaktan da korkmayacak o halde! “(…) Çizgili olsun, buruşsun yüzü,/Şiirlerim için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmayacağım” dediğini hatırlatmak istiyorum. 

Niçin şiir yazmaya başladığımı düşündüğümde şunu fark ettim: O dönem şiir bana, herkesten ve her şeyden çok özgürlük vaat ediyordu. Yaşlanmak da benim için bir özgürlük vaadi aslında. Bu yüzden eteklerinin ucundan sarkan paçalı donlarına aldırmadan, örtmeden – gizlemeden dolmuşa binmeye çalışan, önüne gelen erkeğe yardım etmesi için elini uzatan yaşlı teyzelerin durumu bana çok büyüleyici gelmiştir hep. Yaşlı bir kadın hayatının bir dönemini kadın olarak geçirmiştir, ama artık tam bir kadın değildir. Yani bir kadın gibi kendini gizlemek, korumak zorunluluğu yoktur. Yaşlandığım vakit, şiirimin değişebileceğini düşünüyorum. Gecenin bir vakti kimsenin ilgisini çekmeden bir meyhaneye oturup, herkesin suratını inceleyebilirim o zaman. En fazla, bu buruşuk suratlı kadının niye kendilerini inceleyip durduğunu düşünürler. Sonra çok içip masada sızmama yakın, heyy kocakarı, derler bana, kapatıyoruz, hadi evine git. Genç bir kadın için tam bir yalnızlık mümkün olmuyor aslında. Eskiden cebimde bir falçata taşırdım mesela. Gecenin üçünde hiç korkmadan, arkamdaki ayak seslerini kollamadan, sokaklarda yalnız dolaşabilmek benim şiirime çok şey katabilir gibi geliyor. Yaşlanınca daha rahat ederim diye düşünüp, yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmıyorum. Ne kendim ne de şiirim için. Ben sanırım yaşlanınca şu kabına sığamayan, çatlak ihtiyarlardan olacağım. Zaten şu an yazdığım şiirler beni, torunlarıma hayatımı anlatmak zahmetinden kurtaracak. O zaman haliyle gece ikiye kadar oturaklı, derin şiirler yazacağım, o saatten sonra da torunlarımla diskoya falan gideceğim. Herkesin ‘kaçık ihtiyar’ı ayıplamasını şiddetle istiyorum.

Sanki içini döküyorsun beyaz kağıtlara… Samimi hislerini itiraf ediyorsun… Kendinle, tanrıyla konuşmandan… Işıl’la, teyzenle ya da benimle paylaşmandan sanki pek farkı yok bunun. Kalemi eline aldığında -başka bir deyişle, yazının düşünsel süreci eyleme dönüştüğünde- neler oluyor peki? Bir çırpıda mı yazıyorsun şiirlerini? Sence samimiyet kurgulanamaz bir şey midir?

Bachmann, içten gelen herhangi bir zorlama olmaksızın, şiir yazabileceğine ilişkin bir kuşkuya kapıldığı vakit, şiir yazmayı bıraktığını söylemiş bir söyleşisinde. Bence şiirde samimiyet şairin içinden gelen bir zorlama ile ilgili. Önümüzde duran bir metnin şiir olup olmadığına karar vermek için nasıl bazı kesin ölçüler bulamıyorsak, bir şiirin samimi olup olmadığını anlayacak kesin ölçülerden söz etmemiz mümkün değil. Bunu ancak hissedebiliriz.

Benim açımdan en zor olanı yazmaya başlamak, bir şiir yazabileceğimi hissettiğimde çoğunlukla bir yığın kaçış yolu buluyorum, gezmeye gidiyorum, TV izliyorum. Yalnız değilsem kesinlikle yazamıyorum. Bu yüzden yalnız yaşamadığım dönemlerde şiirlerimi gece herkes uyuduktan sonra yazardım. Bazen yazma ihtiyacıyla kâğıdı kalemi elime alır, saatlerce yazarım. Ama bu yazılanlardan asla şiir çıkmaz. Bazen de bir mektup yazmaya başlar kısa bir süre sonra şiir yazarım. Yazmaya başladığımda ne yazacağım konusunda en ufak bir fikrim olmuyor çoğunlukla. Sadece yazmaya başlıyorum. Bir süre sonra benim ‘kalemin açılması’ dediğim bir durum ortaya çıkıyor, o zaman hiç zorlanmadan, kontrol etmeden yazıyorum. O zaman müthiş rahatlıyor ve hızlı yazıyorum. Bazen ağlıyorum. Genelde sayfalarca yazıyorum. Çoğunlukla sanki az sonra ölecekmişim gibi paniğe kapılıyorum yazarken. Sanki ölmeden önce itiraf etmem gereken bazı önemli meseleler varmış gibi hissediyorum. Bu yüzden sanki artık kaybedecek bir şeyim yokmuş gibi geliyor. Her şeyi söyleyebilirmişim gibi geliyor. O zaman her gün işe giderken karşılaştığım, boyozcunun yanında durup, boyoz yiyen insanları hayranlıkla seyreden o kara köpeği, puf böreği gibi tombik elleriyle kabak seçen ev hanımlarını, ucuzluktan alınmış bayramlıklarıyla kendilerinden pek memnun olan o bayram çocuklarını hatırlıyorum. O zaman onları sandığımdan çok sevdiğimi anlıyorum. Hepsi şiirime sızıyor o zaman. Hayat beni büyülüyor. Yazarken hayatı sandığımdan çok sevdiğimi, ona hayranlık duyduğumu anlıyorum. Aslında az sonra ölecek birinin gözleriyle dünyaya baktığımızda hayatın her yerinden şiirin fışkırdığını görürüz, önemli saydığımız çoğu şeyin önemini yitirdiğini görürüz. O zaman anlamsız bulduğumuz küçük gündelik hayatımızın aslında anlamlı olduğunu hissederiz. Ben sanırım böyle bir itkiyle yazdığım için biraz telâşlı yazıyorum. Doğaçlama bir şiir. Yazdıklarımı sonradan okuduğumda çoğunu yırtıyorum. Ben şiirde toptan eksiltme yöntemini takip ediyorum. Bazen cesaretimi toplayıp, eli yüzü düzgün bir kâğıda temize çekip, biraz düzeltiyor, kardeşime gösteriyorum. Ondan geçerse başkalarına da gösteriyorum. Kardeşim edebiyat öğretmeni en zoru ondan geçmek. Okuldaki öğrencileri ve ben bir kader birliği içindeyiz.

Samimiyet meselesi bence yanlış anlaşılıyor, insan ne kadar kendi hayatından söz ederse o kadar samimi sanılıyor. Edip Cansever, Stefan, Lusin, Cemile ve Seniha’nın hayatlarından muazzam şiirler kurdu, samimiydi. Sonuna kadar. Çünkü o bu hayatların şiirini yazma zorunluluğu duyuyordu. M. C. Anday çok sevdiğim ‘Güneşte’ kitabında samimiydi. Samimiyet şairin kendi deneyimine, düşünsel sürecine denk düşecek şiiri yazması demek bence. Şiirinin arkasında durabilmesi demek. Bazen özentili, güzel söz söyleme hevesiyle veya can sıkıntısıyla yazıldığı belli olan şiirler okuyorum. Şiire soruyorum o zaman: Hani ya senin şairin nerde? İyi şiir şairinin parmak izi gibidir. Tanırsınız hemen.

Şiire giden pek çok yol vardır. Önemli olan hangi yoldan gittiğimiz değil, şiire ulaşıp ulaşmadığımız. Birbirimizin tuttuğu yolu beğenmeyebiliriz, o zaman birbirimizi eleştiririz. Ama bazen bir öfke nöbeti esnasında yazıldığı izlenimini veren yazılar okuyorum. Üzülüyorum. Her türlü eleştirinin muhatabı olabilirim ama, öfkenin asla. Keşke feyz aldığımız üstatların bilgeliğinden de nasibimizi alsak.

Kaybolmaktan söz edelim mi biraz? “(…) Kapının arkasında yokum demiştim/Ve divanın altında da.” diyorsun. Ama biz, saklambaç oynamayı bütün çocuklar sever elbet, diyemiyoruz. “Bulamazsınız ki artık beni, hayatın ortasında.”diyerek öyle çabuk büyüyorsun ki “Bir kız çocuğunun hayalleri” şöyle dursun sanki hızla göçüp gidiyorsun: “(…) Vasiyetimdir/Dalgınlığınıza gelmek istiyorum/Ve kaybolmak o dalgınlıkta.” Sevgili kardeşim, yoksa kaybolduğun yerde mi saklı şiirinin sandığı? (…) kim dokunsa şiire/Eline bir kıymık saplanacak”mı hep?

Çocukken kuzenimle evcilik oynuyorduk. Dövme işini abartıp bebekleri yerden yere çalmaya başladık. Teyzem, ne yapıyorsunuz dedi, onların da canı var. Biz şaşırıp duraksadık. Onlar canlı değil ama, dedik. Evet ama demişti teyzem, siz onları canlı farz ediyordunuz döverken. Oyun oynarken hep böyle bir risk vardır, oyunun kuralları size bir sınır çizer. Saklambaç oynayan kimse, bulunmayı kabul ederek saklanır. Oysa kaybolmak bir oyun değildir. Bir ilgisizlik söz konusudur. Gaip arkasında ne olup bittiğini bilmez, nereye gider, ne yapar, onu neler bekler bilmez. Gaip nereye gideceğini bilemediğinden gitmeyi planlamadığı adreslere gider, görmeyi arzu etmediği bir yığın insan görür. İşte böyle rastgele gezdiği için (aradığının ne olduğunu bilmese bile) bulma şansı vardır. Neyi anlaması gerektiğini bilmese bile anlama şansı vardır. Kaybolmanın mütevazı bir cesaret gerektirdiğini düşünüyorum. Çünkü insan kaybolunca kendini bir daha hiç bulamayabilir. Böyle bir risk her zaman vardır. Çoğu insan gaip aslında, farkında değiller sadece. Paralarının içinde, rahatlıklarının içinde, okudukları kitaplarının ve bildiklerinin sarhoşluğu içinde çok gaip görüyorum. Ben sadece farkındayım kaybolduğumun. Bu yüzden her gün aynı soruyu soruyorum: “Baştan, baştan/bu ceza ne güne sürecek böyle?”

Ben çoğumuzun dünyaya biraz dalgın baktığını görüyorum. Hepimiz birbirimizin dalgınlığında kayboluyoruz. Sanırım tüm dünyayı işgal etti dalgınlık, şimdi de iktidarda. Bizler şanssız şairleriz aslında, hepimiz bu dalgınlıkta kaybolacağız. Bu çağdan bir Şeyh Galip çıkmayacak. Bize ‘çok alametler belirdi’ dışında bir şey söyletmeyecek bu çağ. Ben sadece açıkça görünen bu durumu kabulleniyor ve istiyorum.

“(…) Allahla samimi oldum/Geçen üç yıl boyunca.” demişsin. Doğal olarak şiirlerinde de hissedilen bu samimiyet seni nasıl etkiliyor? “Çoktandır öksüz olan dünya”ya ve insana bakışını nasıl belirliyor?

Dostoyevski sanırım Ecinniler’de şöyle bir laf etmiş: İnananlar her zaman inanmadıklarından, inanmayanlar da her zaman inandıklarından şüphe ederler. Sanırım Tanrı işte o şüphede saklıdır. Onun her yerde ve hiçbir yerde oluşu, onu nerede bulacağımızı bilmememiz bizim kendimize çarpmamıza sebep olur. O zaman ‘gök boş nereye bağlasam atımı’ deriz. Allah’la samimi oluşum öyle uhrevi sebeplere falan dayanmıyor, tam aksine çok basit bir sebebi var: Yaşama içgüdüm. 26 yaşıma kadar her istediğimi yaptım, bu neye mal olursa olsun. Sonra bir gün yolun sonuna geldiğimi hissettim.

Kendime dur demem gerekiyordu. İnsan ya ölerek ya da yaşamaya karar vererek kendini durdurabilir. Ben yaşamaya karar verdim. Bu yüzden Allah benim çaresizliğimdi, artık konuşabileceğim kimse kalmadığı için, konuştuğumdu. Hani adam uçurumdan düşerken bir dala zor zahmet tutunmuş ve dua etmeye başlamış: Kurtar beni Allahım, ne olur kurtar. Bakmış ses soluk çıkmıyor, bağırmış: Başka kimse yok mu? Yalnızlığının ucuna varan, Tanrı ile konuşmaya başlar ve orada başka kimse yoktur. İster istemez şiirlerimde de bu konuşmanın izleri var. Tasavvufun önerdiği iç yolculuğu, önemli bir olanak olarak görüyorum kendi açımdan. Tasavvuf insanı günahkâr, aciz bir kul konumundan uzaklaştırıyor.

Sanırım dervişliğin edebiyatını yeterince yaptık, artık onu yeni bir yorumla yaşadığımız çağa ve hayata katmamız lazım. Dervişlik havuz başında, âlemleri seyre dalmak anlamına gelmiyor yalnızca. Bence artık dervişlik, maçoluk yarışması yapılan bir masada, ‘ben kestiricem, zaten bir işe yaramıyor’ diyen bir adamın ‘iktidarsızlığında’ saklı. Himaye ve işbirliği kabul etmedikleri için boynu vurdurulan, derisi yüzülen dervişleri hatırlamakta saklı. Artık kapılanacak kapı kalmadı. Bizi çağıracak ses kalmadı, ‘çağrıldım, geldim’ diyemeyiz artık. Ahlayıp, oflayıp, ben diyerek kendimi herhangi birinden daha çok acı çekiyor sanışımla, ben dervişlikten ne kadar uzağım. Acımı sessizce çekeceğim bir yol bulursam, dervişlik işte orada saklı. Kırılan kalbimizin hesabını tutmaktan sıkılıp, kırdığımız kalplerin hesabını tutarsak, belki orada saklı. Fuzuli’nin söylediği gibi ‘iyi ile kötü sayma işi bitince mescid de birdir meyhane de.’ Belki dervişlik, bu sayma işini bitirmemde saklı.

“Ahlar ağacıyım, gibisi fazla./Başka bir şey istemem/Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,/Hesabımı tam vermekten başka.” (…)Vasiyetimdir:/Bin ahımın hakkı toprağa kalsın.” diyen sevgili şair, sanki son sözlerini söyleme çabası içindedir. Peki “ne diyecek”tir, “ne söyleyecek”tir bundan sonra?

Evet yaşlanmak benim için bir ütopya gibi. Yaşlanınca ‘kötü bir efendinin elinden kurtulmuş bir köle gibi olacağım.’ Minibüs edebiyatında meşhur bir laf var hani: Hızlı yaşa, genç öl, cesedin güzel olsun. Genç ölemediğim için hızlı yaşlanmaya başladım sanırım.

İnsan eğer bir sırdaşı varsa ve her şeyini paylaşıyorsa, onu çok sevmekle birlikte bu paylaşımın kendisi için tehlikeli olduğunu da düşünür. Neden her şeyimi anlatıyorum ona diye sorarsın kendine, anlatmamalıyım, bazen kendime bile söyleyemediklerimi ona niye söylüyorum. Ne diye kurcalayıp duruyor her şeyi, diye düşünürsün. Acı söyleyen dostlardan hızla uzaklaşıldığını çok gördüm. Eğer biriyle çok yakın ve içli dışlıysan ilişkin gitgide gerilir. Ne onla ne de onsuz durumu çıkar ortaya. Benim şiirle ilişkim buna benziyor biraz. Ben ona, bana bunca lafı boşa söyletiyorsun, diyorum. O da bana asıl konuşmasan kötü olurdu, diyor.

Bir münzevi olma yolunda biraz erken ve biraz hızlı ilerliyorum. Bu seçim değil, tamamen beceriksizlikten kaynaklanıyor. Gitgide daha çok susuyorum. Kitap okuyorum, sonra ebru teknesinin başına geçip ebru ile uğraşıyorum. Suyun üzerine resim çizmek beni rahatlatıyor. Bazen yemek yapıyorum. Bazen yatağımda bir taşa dönüştüğümü hissediyorum. Dünyanın bir yerlerinde benim ulaşamadığım bir hafiflik olduğunu düşünüyorum.

Susmam için bir bedel ödemem gerekseydi susardım. Ama gerekmez. Susmanın sağlayacağı rahatlığı çok özlüyorum, ama rahat batar bana biliyorum. Tam olarak susamıyorum. Bu yüzden mutlaka ‘Ah’lar Ağacı’nı gömeceğim bir yer bulacağım.

Bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilerim. Vesselam.

Varlık Dergisi, Sayı:1141, 1 Ekim 2002

22 Temmuz 2012 Pazar

Zamansız Bilgeler

Zaman nasıl kıymetli bir şeydir, epey zaman kaybedince anlaşılır: O yüzden size zaman ayıranlara değer verin ya da zaman ayırdıklarınıza değer verdiğinizden gerçekten emin olun; kibarlıktan değil, der Çinli Bilge Bam-bo-lik. Bu sonuca Japon bir yazarı okurken varmıştır. Bilgelik yolunda çok zaman kaybettiğinden bilge olamamıştır ama onun bu durumu zaman konusunda ışık tutabilir. 


Doğru tut şu ışığı diye çemkirir iç ses. Hoşt hoşttt, der dış ses. Onlar erdi muradına, biz çıkalım dağlara. Serindir şimdi, efil efil...


Facebook Duvarımdan
Hanife Türkseven-izmir



13 Temmuz 2012 Cuma

Roboski Acısında Bir Gece


Roboski, değiştirilmiş adıyla Uludere, acısı hâlâ yüreğimi yakar, susayınca uyanıp klavyeye sarıldığım bir çözülme durumum var. Yazarsam boğazımdaki kör düğüm açılacak, en azından öyle sanıyorum. Güneydoğu halkının kenara sıkıştırılmışlığının fotoğrafları geldi aklıma gece gece. Cenazesini bile kendisi gidip alıp, eşek sırtında taşımak durumunda kalan insanlar: Devletsiz, kimsesiz hatta maalesef "dövletli". Siyasetin kim bilir hangi kumpasında köşeye sıkıştırılmış? Kim dost, kim düşman belli değil bir dumanlı havada yaşam mücadelesi veren, ölümle sınır aşırı ticaret yapan çocuklar!


Roboski'de öldürülen çocukların terörist olma olasılığıyla, devletlerini-ordularını cansiparane savunan, haklı gören anneler yazdılar sosyal medyada. Böylece soylarını kurutacaklardı ve kurtulacaklardı terör illetinden. Küstüm onlara. Kızdım. Üzüldüm. Facebook ve gerçek arkadaşlığımı kesip attım. Sanki böylece bu düşüncelerinden kurtulacaktım. Duygularım da ülkem gibi alabora. Acı, öfke, hırs, gerginlik; duygusal fırtınalar, siyaset sahnesinde kullanılmaya uygundur aslında. Yüreğim dinginlik istiyor, yorgunum acil "barış" demekten. Umudumun kanadını yoluyorlar, hem de bağırta bağırta.

İki taraf da o kadar kin biriktirmiş ki, gerek görmüyor empati yapmaya artık. Çocuklarına çok düşkün olduğunu iddia eden bir anne olan arkadaşım, karşı tarafın çocuklarının ekmek mücadelesini anlamıyor. (Ona göre karşı taraf, bana göre karşısı berisi yok bu işin.)Kaçak diyorsun dinlemiyor. O bölgede yaşanan savaş durumu, o insanlara göçmek veya kaçağa gitmekten başka çare mi bırakıyor? Iııhh. Tek bildiği oğlu askere giderse bu çocuklar tarafından öldürülebileceği olasılığının varlığı. O yüzden kör olmuş o bölge insanının dramına. Ben de onun bu duyarsızlığına anlam veremeyerek, aslında onun korkusunu göremez durumdayım.

Ah anneler de birbirine düşman olunca savaşın sonu gelmez bilirim. Çocukların ilk masalı barış üzerine olmalı oysa. Anneler barış ninnileri söyleyebilmeli. Çocukların ilk oyuncağı silah, ilk tören giysisi gerilla kıyafeti ya da asker üniforması olmamalı. İlk adımını atmamış bebeklere bunların giydirildiğini dehşetle fark ettim yine facebook'ta. Ölüm kaçınılmaz son ama, genç yaşta ölüm için çocuk doğurma fikri tüylerimi diken diken ediyor. Böyle  fotoğraflar nasıl bir annenin facebook sayfasında yer alabilir? Gördüğümde inanamamıştım! Ama inanmakta hiç zorlanmadığım bir şey var: Bu zihniyet iki tarafta da devam ederse, analar daha çok ölü doğum yapar.

Kürtajı denetlesinler aman, yirmi yıl sonra öldürülmek üzre iki tarafa da çocuk gerek! Hatta ne yazık ki bir taraf için yirmiye kadar bile gerek yok!

Çokça "barış" doğurun anneler, savaşı da kürtaj edelim, ne olur!

İzmir
Hanife TÜRKSEVEN




17 Haziran 2012 Pazar

Büyüdüm Biraz Dedem!




Benim babam bize gelmezdi ki hiç ben küçümenken. Bilincim ve hafızam oluşmaya başladıktan sonra bana tanıştırdıkları adamdı o. Avrupa'dan gelirdi, amcamlara giderdi. Bizim evimiz en alt katta olmasına ve kapının önünden geçmesine rağmen bize uğramazdı. Beni sevmezdi bilirdim. Çok da umurumda olmazdı aslında. İnsan ne de olsa iletişimde olduklarının sevgisini önemserdi. Ama amca çocuklarım bana "Baban seni sevmiyor." dediklerinde kırılıp dökülürdüm; incecik çocuk bedenim bunu kaldıramazdı. İnanırdım tabii havadise. Ben ona bir kötülük etmemiştim ki, neden beni sevmiyordu anlayamazdım bir türlü? Çok yaramaz bir çocuk sayılmazdım. Derslerim iyiydi. Bakıldığında onlardan daha sevilesi bir çocuktum. Bütün mahalle "Ne güzel, ne tatlı çocuk!" derdi oysa. Biraz da acıdıklarını hissederdim. Biliyordum bu acımanın nedenini; babam beni sevmediği içindi.

Beni hatta bizi -annemi de sevmiyordu zaten- sevmeyen babamın bir gün elinde karışık, taze kavrulmuş çerez kokusu saça saça evimize geleceği hayalini kurmamı engellemezdi bütün bunlar. Baba buydu, amcalarımdan, komşulardan  gözlemlediğim. Elinde paketlerle eve gelen adam. Çocuklarını her ne olursa olsun seven insan. İnsana güven veren dağ gibi bir şey olduğunu da düşünürdüm ama babaya güven benim için çok uzak bir kavramdı. Hep annemi üzecek dolayısıyla beni de ağlatacak adamdı bizimki. Bunu aşmak, unutmak çok zordu ya, çocuklar gene de hayal kurabilecek kadar güçlüdür.

Daha sonra on yaşında bir çocuk, dedesinin tadelle taşıdığı kız çocuğu, babanın o olduğunu düşünmeye başlamıştı bile. Hele de damla sakızları dedemin! Sol ceket cebinde daima benim için. Damla sakızı kokusu; dedem kokusu. Acı tütün dedem; Birinci sigarası, ilk tütün denemem, fark etmesine rağmen bir şey demeyen. Esmer dedem, kurşun gibi suskun dedem ama yufka yürek. Ruhun şad olsun! Anneannemle cennette el ele gezinirken bana da çam ağaçlarından memleket sakızı yapın olur mu? Mastika dediğimizden...

Babalar günüymüş bugün dedem. Senin yanına gelmek istiyorum. Ama fazla uzağa gittin. Az kaldı, oraya buradan daha yakınım yaş itibariyle. Geleceğim gene yanına, tıpkı köydeki evin basamaklarını sıçraya sıçraya çantanı almaya geldiğim gibi. Sakızım cebinde olsun gene, tadelle istemiyorum, büyüdüm biraz artık, dedem!

17 Haziran 2012
İzmir





Bu güzel türküyü sanırım dedem çok severdi. Ona armağan olsun!







5 Haziran 2012 Salı

Canının Parçasından Vazgeçmek!







"Kürtaj kelime anlamı ile kazımak anlamına gelir, kadın hastalıkları ve doğumda kullanıldığı şekliyle ise rahim içinden doku almak anlamına gelmektedir. Sadece gebelik sonlandırmak için yapılmaz.
Özellikle kanama bozukluklarında ve menopoz sonrası kanamalarda teşhis amaçlı kürtaj yapılabilir (Probe Küretaj). Yine infertilite kısırlık araştırmalarında yumurtlama olup olmadığını anlamak amacıyla da kürtaj uygulanabilir.
Gebeliğin sonlandırılması amacıyla yapılan kürtaj ülkemizde 10. gebelik haftasına kadar kanuni olarak uygulanmaktadır."


Bir sağlık sitesinden alınmış, bilimsel olunca nasıl normal gelen tanımlamalar, değil mi? Oysa bizim son zamanlarda gündemimizi belirleyen kürtaj kadın için bir travmadır. Çok az kadın vardır ki gebeliğini sonlandırıp mutlu olabilsin. Belki de hiç yoktur. Sadece doğurursa çok daha büyük sorunlarla karşılaşacağından bir hafifleme hissedebilir.

Çoğu kadının yaşamında bu kaçınılmaz son olmuştur. O kadar çok neden vardır ki kürtaj için: Sağlık, ahlak, ekonomik durum, sosyal durum vs vs...Saymaya gerek yok...

Ama o kadar çok da neden vardır ki kürtaj olmamak için, bir bebeği bir kere koklamış kadın için bu kendi içinde küçük bir ölümdür. Ceninin kan pıhtısı olduğunu bile bile düş gücü devreye girer. Pembe yanaklar öpülür, yumuk yumuk eller dokunur... Bebek kokusu dolar mekana... Fikriyle bile bir kadını mutlu edebilen bir varlıktır bebek. Erkeklerin anlamakta zorlanacağı bir duygu durumudur bu. Anlamasını beklemek belki de haksızlık olur. İçinizde bir parçanızdır büyüyüp kendi ayrılana kadar. Kopsa da, ama kürtajla ama doğumla, onunla olan bağınız kopmayacaktır. İşte bunu anlamakta zorlanıyor başbakan ve onun gibiler. Kadınlar için bu bağı koparmak zorunda kalmak çok  zordur. Hatta zaten olanaksızdır. Kürtaj olmak zorunda kaldıklarında fiili kopuş gerçekleşse de, manevi olarak uzun yıllar izleri kalacaktır.

İşte bu yüzden Sayın Tayyip Erdoğan(bak sayın diyorum) var olan yasalar korunsun ve dahi kürtaj sonrası kadınlara ücretsiz psikolojik destek verilsin derim ben. Beni dinlesen iyi edersin! Deneyim konuşuyor. Memleketi sağlıksız koşullarda kürtaj olmuş, psikopatlaşmış kadınlara emanet edersin yoksa. Madem geleceği yaratacak olan bu kadınlardır, o halde onların sağlıklı bedene ve ruha ulaşabilmesi için çalış bence.

Yok kürtaj kısıtlamaları, yok bilmem ne! Sana ne? Sen kadının içindekini o kadından daha mı çok dert edersin? Ondan daha mı acıdır sana, canının parçasından vazgeçmek? Bu nasıl iddialı bir söylemdir?







Hanife Türkseven
İzmir



24 Nisan 2012 Salı

Kentin kirli yüzü, sıcak elleri


Kentin kirli yüzü, sıcak elleri
Hanife Türkseven


... Öyle sıcaktı ki çöpcülerin elleri
Çöpcülerin elleriyle okşardım seni ...



İzmir’in daracık veya nispeten geniş sokaklarında çöpleri karıştıran, çöplerden ekmeğini çıkaran insanları görünce aklıma Can Yücel’in "Sevgi Duvarı" şiirindeki bu dizeleri gelir. Görmek istemediğimiz bir filmin aktörleridir onlar. Başımızı çeviririz. İğreniriz, korkarız, karışıktır duygularımız. En çok da unutmak, yok saymak isteriz onları herhalde. Yoksa bunu bir sorun, bir gerçeklik olarak algılasak çözmek için çabalamamız gerekmez miydi?


Ben bu insanlara kızgınlıkla karışık bir hayranlık da duyarım. Kızgınlığım onlara mıdır, aslında değildir, olamaz. O anda öyle gözükür. Bin bir özenle sızdırmasın ve koku yapmasın diye bağladığım çöp torbalarımı, hemen yırtıverir, konteynırın içine boşaltırlar. İçinden büyük bir profesyonellikle istediklerini alırlar ve o iki tekerlekli, kocaman naylon çuvallı el arabalarına atıverirler. Bazıları eldiven takar ama çoğunlukla çıplak ellerle görürler bu işleri. Yani nasıl bir kirin içinde iş yaparlar anlayın artık.

Hayranlığım da, saprofitler (çürükçüller) gibi çalışmalarınadır. Bizde yerel yönetimler ve hane halkları olarak çevreye ve geri dönüşüme yeterince duyarlılık olmadığından onlar bu ayrıştırmayı, adı geçenler adına yaparlar. Karşılığında pislik ve biraz para geçer ellerine.

Bu noktada beynim hızla çalışmaya başlıyor.

Bu insanlara iş olanağı da sağlayarak çöpleri ayrıştırmayı bir çözüme bağlamak gerekmez mi? Bir ayrıştırma ve dönüştürme tesisi devreye sokulmalı ama mutlaka çalışanları bu insanlar olmalı yoksa başka bir sosyal soruna yol açmış oluruz ki bu insanların çocukları da bu işi yapmaktadır.

Yerel yönetimlerin devamlı çiçek dikmeleri güzel de, kokuşmuş torbalı arabalarıyla, kir pas içinde ortalıkta dolaşan bu insanlar varken batıya dönük bir yüzümüz olmuyor, olamıyor pek. Yanlarından geçerken şöyle bir ürperiyorsunuz. Genç denebilecek yaşta olanların -bu işten utandıkları belli- aralarında konuşurken sözde, hiç duymadığım küfürleri etmesi rahatsız olduklarının dışa vurumu değil de, nedir sizce?

Peki bu insanlara burun kıvıran biz tüketicilere ne gibi görevler düşüyor? Hemen bir süre yaşadığım İsviçre’nin Basel kenti aklıma geliyor. Çarpıcı bir rakam: Belediye gelirinin yüzde 20’si çöplerden elde ediliyor, çöplerin ayrıştırılıp dönüştürülmesinden elbette. Hatta bizde de Ankara’da bir atık plastik fabrikası kurulduğunu da izlemiştim televizyonda. Zaten Ankara’da yaşarken –on yıl öncesi- çöp konteynırları kaldırılmıştı, belli zaman dilimlerinde çöpleri kapıya koyuyorduk ve böyle çöp karıştırıcılar yoktu. Çöp torbaları sızdırırsa uyarı bile alıyorduk belediyeden.

İzmir’e geldim geleli Konak’ta oturuyorum ve hala istediğimiz saatte çöp atma lüksümüz(!) olmasına alışamadım. Yazın 40 santigratta kokuşan çöpler varken ve bunlardan ekmeğini çıkarmak zorunda olan insanlara bakarken, bana hangi medeniyetten bahsediyorsunuz bayanlar, baylar?

Bizler de çöpleri evde ayrıştırmaya başlamalıyız. Kağıtları, plastikleri, kutuları, pilleri, camları ve organik çöpleri karıştırmamalıyız. Ben şimdilik en azından böyle ayrışmış bırakıyorum ki, çöp karıştırıcıları hangisini topluyorsa onu kolayca alıversin diye. Ama bu elbette kendi başına kalıcı çözüm değildir. Benim bu yaptığım, içinde işlerine yaramayacak şeyler olan bağladığım torbamı yırtmalarına engel olmuyor.

Yerel yönetimlerin bu işlere acilen el atması gerekir. Avrupa’dan gelen arkadaşlarıma bu acayiplikleri anlatmaktan yoruldum. Evlerimiz içerden Avrupalıları imrendirecek modernlik ve temizlikte. Pencereden bakınca, sanki bir filmdesiniz ve iç mekanlarla dış mekanlar ayrı ayrı yerlerden monte edilmiş gibi duruyor.

Balkondan bakarken hemen birkaç poz çekiyorum, çekebiliyorum çöp karıştırıcılarından. Sorunun veya bu işten geçimini sağlayanların çokluğunu anlamanıza katkısı olacaktır elbette.
Konuk Yazar   
[16/7/2009]   
Bu yazı 521 kez görüntülenmiştir.   

http://www.kentyasam.com/y_haber_goster.php?yazar_id=18&id=2381'da yayınlanmıştır.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Ekmek ve Zeytin'den İzlenimler


Ekmek ve Zeytin'den İzlenimler

Ege insanı için zeytin Karadenizli için hamsi gibi bir şey sanırım. Sembolik bir besin. Vazgeçilemez olan. Ekmekse bütün Anadolu için aynı kutsallıkta. O yüzden, Ahmet Büke, kitapta yer alan otuz kısa öyküyle onu besleyen köklere inmiş bu sefer diye düşündüm.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
21 Nisan 2012, Cumartesi
Yaştaşım başarılı öykü yazarı Ahmet Büke ile tanışıklığım belki de geç kalmış. Tipik bir Ege çocuğu, halkı gözlemleyip hayal gücünü sihirli bir manevra gibi kullanarak bizi öykülerini okumaya çekebiliyor. Ben maymun iştahlı okurlardanım. Bazı yazarların bir kitabını okuyunca diğerini aman aman okuyayım diye merak duymam. Şöyle bir endişem vardır çünkü: Ölüp gitmeden mümkün olduğu kadar değişik yazardan çok kitap okuyabilmek. Ama bazı yazarlar da inatçıdır hani, her çıkan kitabında acaba bu sefer ne yazmış diye kandırıverirler.
Sait Faik Öykü Ödülünü almış "Kumrunun Gördüğü" kitabından sonra yayımlanan bu kitabını "ekmeği ve zeytini öğreten anne"sine ithaf etmiş yazar. Ege insanı için zeytin Karadenizli için hamsi gibi bir şey sanırım. Sembolik bir besin. Vazgeçilemez olan. Ekmekse bütün Anadolu için aynı kutsallıkta. O yüzden, kitapta yer alan otuz kısa öyküyle onu besleyen köklere inmiş bu sefer diye düşündüm.
Geçtiğimiz yıl genç yaşında kaybettiğimiz Didem Madak'ın bir şiirinden alıntı yapması da dikkatimden kaçmadı, öykülere geçmeden:"Şimdi mucizevi bir yerdeyim." Umarım o yerde huzurludur Madak.
İlk öyküsünde nakliye aracında yanan (yanmaya terk edilen mi demeli) mahkûmları işlemiş. Dünyaya yukarıda süzülürken bakan karahindiba ve kartal, aşağıda olup bitenleri gözlemliyorlar. Öykünün sonunda tutanağın ek maddesi çarpıyor beni: "Bir mahkûmun elini kelepçeden ayırmak mümkün olmadığı için, demir testere marifetiyle... Kelepçenin adli tıpta kaybolmaması için ekteki demirbaş numarası hususuna dikkat edilmesi arz ve rica olunur."
Bütün öykülerin olamayacaksa da tortusu fazla olanların üstünden geçmek istiyorum. İkinci öyküsüne, Nenem Buldu Beni! adını koymayı uygun bulmuş. Kemiklerini olsun bulunca sevinen kayıp yakınlarını anlatmış. En çarpıcı öykülerden biri de bu. Yaşlı nene sözde kemiklerinden torununu tanıyor. Kemikler konuşuyor: "Nenem buldu beni. Yaprakları temizledi. Otları yoldu. Toprağı sıyırdı. Taşları ayıkladı. Güneşi hissettim yıllar sonra. Tek tek topladı beni. Eksik parçalarımı buldu. Nenem öptü kokladı beni. Sonra torbaya koydular. Babamın mezarına döktüler hepsini."
Gözyaşı keseleri fora oluyor haliyle.
Sonra çocukluktan itibaren aldığı darbelerden sinirleri bozulmuş Kürt bir çocuk. Dağa giden baba, yokluk yoksunluk işte. Anasızlık cabası. Kürt olmak bile meseleyken...
Babalar, oğullar, analar, askerlik. Bizim ülkemiz için iç savaş demek askerlik. İç savaşa kurban gitmek bir bakıma. Karşılaştırmalı anlatılmış bir öyküde: Fakirler savaş içindir.
Serçeler Diyorum'da yine bu iç savaşın mağdurlarından birini göstermiş Büke. Şizofrenik kokular geliyor karakterden. Hatta adını bilmediğim birçok psikolojik rahatsızlığı olan öykü karakterleri var. Normal diyebileceğimiz kimse yok. Zaten normali anlatmanın çok da anlamı yok! Kaldı ki, normal nedir?
Bir bakmışsınız, belki özel harekâttan birinin iç dünyasıyla tanışmışsınız bu kitapta. Kanayan, kaynayan o ortamdan kurtulunca günahları da orada kalacak zanneden ama öyle olmayan. Ben karıncalarını sevdim aynı öykünün, huzursuz ev sahiplerinin, asker eskisinin yani, yanından taşınıyorlar ve taşınırken not bırakıyorlar. "Bakkal Mümtaz'a hicret" ediyorlar. Gülüyorsunuz böyle ayrıntılarla. Çünkü Büke öykülerinde, en kasvetli anda zıpır bir çocuk oluverir ve masal anlatmaya başlar size.
Düzgün çalışan bürokratın sistemin dişlilerinde nasıl un ufak edilebileceğini de gözler önüne seriyor Büke. Nitelikleriniz, ülkeye kazandırabileceğiniz ne olursa olsun, esas olan birilerinin çıkarlarıdır. Onlara aksi eylemlerdeyseniz, vay canınıza!
Arka kapakta bir bölümüne yer verilen tatlı bir öykü Musul'da Bir Göl, gerillalardan bahsediyor, onların acı sonlarından. Geride tek kalan olmak bir yandan yakarken... Bir aşk kıskançlığı bu kadar mı güzel dile getirilir? "Ben Metin'e üzülüyordum habire. Bu kız onu üzecekti. İstiyordum ki ben üzüleyim. Metin unutsun Hülya'yı, ben seveyim..." Arkadaş dediğin böyle olur tabii.
Alamancının memlekette yalnız kalmış, kırılıp dökülmüş çocuğunu anlattıktan sonra, hayalindeki örgütü kurduruyor kahramanlarına Büke. Symrna Birleşik Direniş Cephesi'nin Üyeleri: Yoksullar ve Açlar, Sokak Köpekleri, Bidon Kedileri, Evlerinden Sürülmüş Kürtler ve Çingeneler, Türkler ve Tek başına Kalmış Madam Pi, Eşcinseller ve İki Çeşmelik Zencileri... Eylemlerini kitapta bulabilirsiniz, hatta örgüte katılabilirsiniz...
Aslı için yazılmış Tanrı Zar Atmaz öyküsünde iki pil etrafında zincirleme oluşan kriminal olaylar ve durumları içlenerek okuyorsunuz. Hiçbir karaktere, iğrenç bulsanız bile, her nasılsa kızamıyorsunuz.
Açlıkla ilgili acıklı bir öyküden sonra soluk soluğa Mısır'da Cuma'ya konuk oluyorsunuz. Taş döşeyen işçilerin düşlerini gösteriyor size Büke. Patronun son nefesine tanık oluyor bir çalışan diğer öyküde. Çok değil Azrail gelmeden biraz öncesinde bile patrondan paparayı yemiştir.
Pazar torbalarını taşıyıp üç kuruş kazanan biriyle, ölen annesinin tekerlekli sandalyesiyle ona yeni yöntemler geliştiren bir diğer kahramanın hallerini ise üzülerek okuruz. Ama yine de umut saklıdır bir yerinde.
Soğuk ve Toz Zerrecikleri'nde işkenceci komiser olağanüstü bir soğukla kırılan dünyada, kente kadar inen kurtların saldırısına uğrar.  Diğer sayfada çocukların bir merhumun rugan pabuçlarına dair planları ve planların değişmesini o muzip tavırla okurken bulursunuz kendinizi. Hırsızlık yapılsın diye neredeyse alkış tutarsınız okur olarak.
Peki bankanın bekçisi karga olursa ne olur? Biz kargadan yanayız ama banka müdürü hiç de öyle değildir.
Yine işsizlik ve devamında açlık tekrarlanıyor ama kendi tarzıyla, içten, masalsı anlatıyor bunları Büke. Hem çarpılıyorsunuz hem de sarsılarak sindiriyorsunuz metinleri. Fazla söze gerek kalmadan, zaman zaman büyülü gerçekliğin kucağında geziniyorsunuz, masalcı nineniz sizi uyuturken düşündürüyor.
Bira şişelerini satıp karın doyurma derdine düşmüş onurlu küçük insanlar. İşini kaybedince uçuk hayaller kuran insanlar, kedilerini besleyen kadınlar. Hepsi tanıdık ama bir o kadar da bizde merak uyandıran yanları var.
"Reşit, Melek, Nevriye, Yarım Kulak. Dört 'sıfır' bir etti de sarılıp uyudular birbirlerine."Yoksullar ve sokak hayvanları aynı kaderi paylaşınca "bir" olabiliyorlar.
"Bulutlar kadar üzgünüm. Annem gitti çünkü." Şimdi kırkıncı doğum gününü kutlayan bir çocuğun itirafıdır. Kimin üzüntüsü buluttan daha çok olabilir ki? Maceracı bir dedesi vardır ama. Yaptığı soygunlardan kazandığı paralarla Fil Bahadır'ı rüşvetle İzmir Hayvanat Bahçesinden satın almıştır vaktiyle. Öykü kahramanımızın fille ilgili duygularını okuyunca kahkahayı patlattım: "Bahadır çok fena sıçıyordu yalnız. Rüyalarıma giriyordu." Gidenler ve Bulutlar' adını verdiği bu öyküyü kendime edindim: okur bencilliği.
Babasının gördüğü resmi işkence yüzünden, annesi kriz geçirip ölen Zahit'in Tanrıyla olan yazışmalarına tanık oluyorsunuz. Kitabın sağda kalan sayfaları azalmış, içinizi çaresiz kahramanları yalnız bırakacaksınız duygusuyla bir hüzün kaplamıştır bile. Öyle ya, yazılmamış ve okunmamış şeyleri kimse fark etmemiştir. Onlar daha bir kayıptır; daha bir kimsesiz.
Akıl hastanesine yatırılmış emekli edebiyat öğretmeninin orada bile kedi istemesi gülümsetiyor. İlaç dozları arttıkça anlattıkları renkleniyor.
Yara ve Kabuk insanı sakin sakin bir dehşete götürüyor. Kader mahkûmu, dehşet senaryosunun faili ve mağduru iki kadın her şeyden kaçarlar en sonda. Birbirlerine sığınırlar. "Yara yaraya benzedikçe kabuk tutar" çünkü.
Vampirle Görüşme'de yaratılmış Avrupalı vamp kadın, kötü gibi gözüken ama iyilik yapan biridir. Argo konuşur. Türkçe konuşur. Bakkaldan şokella ister. Ürkmüş bakkala:"Veresiye sanma. Hacılıyorum. Tamam mı cicim?"diyebilecek kadar racon keser. Sertçe dönüp çıkar. Öyküdekilerle siz, birlikte şaşırırsınız.
Sonuncu öykü iki militan kadın üzerine: Birbirlerine âşık iki kadın. Öykünün adında geçen Rama şu fantastik bilim kurgu serisinden midir yoksa Ramallah'ın kısaltması mıdır? Bilemedim. Bilmeli miyim, o da ayrı! Sonuçta bu kadınlar mücadelenin içindeler ve savaş devam ediyor...(HT/NV)
* Ahmet Büke, Ekmek ve Zeytin, Öykü, Can Yayınları, 134 Sayfa.