22 Ağustos 2013 Perşembe

Eleştirinin Geldiği Son Nokta

Eleştirmen-Değerlendirmen ve Berikiler





Aslında eskiden eleştiri ve değerlendirme yazılarını biraz anlamsız bulduğumu, yeri gelmişken itiraf edeyim. Elbette bunun cahillikle epey ilintisi var. Bir de eğitim sistemimizin katkısı... Yapılacaklar belliydi; klasik eserler ve benzerleri iyiydi ve okunmalıydı. Bu da bir çıkış noktası olarak fena değildi ama esas işin keyifli ve keşifli yanını es geçiyordu.
Klasiklerden farklı olan ve zamanla onlarla aynı sınıfa girebilecek eserlere ulaşabilmek için anladım ki eleştiri ve değerlendirme hatta iyi yazılmış tanıtım yazıları bile çok gerekliymiş. Çünkü artık kitap çok, vakit ve nakit azdı.
Eleştirmen ve değerlendirmenler(yeni sözcük türettim, umarım tutulur, tutun bu sözcüğü lütfen, sayın okurlar!), okuma serüvenimizde bize kılavuzluk ederler. Harita olurlar, bazen doğrudan elimizi tutan rehber... Bazen de serseri bir denizci gibi sadece maceralarını anlatırlar, okurun kendisi bunun içinden istediğini seçer alır.
Bu işin edebiyatın vazgeçilmezi olduğunu en öznel olanın, ben kendim için değerlendirme yapıyorum, yönlendirme, bilgilendirme yapmıyorum, yapmak istemiyorum diyeninin bile, bir kitabı seçerken okur üzerinde bir şekilde etkili olabilmesinden anlayabiliriz. Hatta ben en çok bu tarz samimiyeti severim. Arkadaşların birbirine, birbirlerini tanıdıklarından olsa gerek, kitap hakkında verdikleri küçük sufleler gibi olanı... Benim Adım Kırmızı(Orhan Pamuk)'yı alıp okumam, arkadaş çevremden birilerinin, kitapta o zamanlar ilgimi çeken minyatür ve bezeme sanatıyla ilgili şeyler olduğunu söyleyince gerçekleşti.
Eleştirmen ve değerlendirmenler üzerine yazmak istemem, son zamanlarda bir yazar kadın üzerine birçok değerlendirme, eleştiri, makale ve deneme diyebileceğim yazıları karşılaştırma şansı bulduğumda yaşadığım, bir nevi hayal kırıklığıyla oldu.
Baktım ki gerçekten her yiğidin yoğurt yeyişi ayrı. Eskiden beynimde oluşmuş eleştirmen, değerlendirmen imgelerine eklemeler, çıkarmalar yaptım. Klavyenin başına oturdum, sınıflandırmaya geçtim. Her alanda olduğu gibi bu alanda da sınıflar var, olmaz mı?
Kendimce bu işleri özellikle profesyonelce yapanları ikiye ayırdım: eleştirmen ve değerlendirmen. Değerlendirmen sözcüğü böylece türedi. İkisinin de son ekleri eril duruyor. Bu çevreler de epey eril gördüğüm kadarıyla. Önce bu değerlendirmen dediğimizi ele alırsak, sayfalarca, üşenmeden elindeki eserin niteliklerini anlatıp durur. Orada yazılanları kendi özgün ve bazen daha bilimsel, sanatsal sözcükleriyle bize yeniden verir. Yani eseri anlamamızı, üzerinde derinleşmemizi ve yoğunlaşmamızı sağlar. Tek sıkıntısı bazen gerçekten kendi yazdıklarının eserin edebi değerini aşması gibi bir risk ortaya çıkmasıdır. Bu en çok nitelikleri vasat bir eseri değerlendirirken oluyor. Bu türden yazıları önceden okuyup sonra anılan kitabı okuduğumda, değerlendirmeni okuyup kitabı okumayabilirmişim duygusuna kapıldığım olmuştur. Sadece bir duygu tabii...
Eleştirmenin işi biraz daha zordur. O gerekirse eserin eksik yönlerine de değinecektir ve hatta nasıl daha iyi yazılabilirdi diye yazara ayar verecektir. Yani niyeyse ona daha nesnel ve bilimsel bir rol biçtim ben. İşin doğası gereği eleştirmen ile değerlendirmenin çoklukla yolları kesişir. Fakat değerlendirmen bir akılılık edip sadece beğendiği eserleri ele alabilir. Klasikleşmiş, kült kitaplar her zaman üzerine yazılabilecek, olumlu değerlendirilmesinde hiç beis olmayacak eserlerdir. Tarih onları seçmiş, ayıklamış ve elimize vermiştir zaten. Onların edebi niteliğini aşmak gibi bir risk ise zaten yoktur. Yani bu işi sevdim ben, bu yola girebilirim bir gün. Çünkü aksi durumda olumsuzlukları görmek ve bunu olgun, dönüştürücü bir dille ifade etmek, her babayiğidin harcı değildir. Gördüğünüz gibi, ben şu anda eril bir dil kullanarak kendi feminist olmasını istediğim terminolojimi zora sokuyorum.
Bu işleri ciddiyetle yapanların dışında kalan amatörler, yağdanlıklar, iyi niyetli heveskârlar, bilmişler, sığlar, emeklilik hobisi olarak görenler, eş dost alış verişte görsüncüler, o yazmış benim neyim eksik diyen haset kumkumaları, param var, sözümü dinletirim diyenler, o benim yazdıklarıma değerlendirme yazmış, borcumu ödeyeyimciler diye giden epey kabarık bir liste var elimde. Bu tarz olanların bazılarını yine de okumayı severim. Çünkü onlar istemeden bazen eser hakkında bana gerekli ipucunu verebilirler. Bir de bu edebi kişiliklerin genellikle yazar olmak gibi ulvi bir idealleri ve kendilerine göre kriterleri vardır. İşte o kriterleri satır aralarında bulur bulur eğlenirim. Eskiden kızardım ama şimdi en büyük keyiflerimden oldu.
Fakat bu say say bitiremeyeceğim niteliktekiler, belki bir şekilde şeytanın bacağını kırıp bana göre iyi eleştirmen veya değerlendirmen olamaz mı? Olur elbet. Niye olmasın? Sonuçta niteliği, birikimi ve niyeti ne olursa olsun, emek verilen şeye, emekten dolayı saygılıyız, evvel Allah.
Bu arada, bu arenada bana göre üzücü şeyler olabiliyormuş. Tanıtım yazılarıyla ilgili şöyle bir şey duymuştum: Bir yayınevinde editörseniz, aslında iyi bir eleştirmen bile olsanız, normalde kalem oynatmayacağınız eserleri tanıtmanız(övmeniz) gerekebiliyormuş. O tür yazıları gördüğümde hep içim acır, anlarım ki işini korumak isteyen birisi tarafından yazılmıştır. Gazeteler ve dergilere de bu türden "sipariş değerlendirmeler" yazıldığını herkes biliyor. Bu durum ne yazık ki, parayı veren, bize akortsuz düdüğünü dinletir düşüncesine itiyor beni. Her alanda olduğu gibi bu "piyasa"ya dadanmış bu illetten kurtulmak için, bilinçli okura çok gereksinim var. Ama işte, kılavuzu karga olanın... atasözüne döndük mü gene?
Lakin vaktiyle yine, deneyim dediğimiz yaşadığımız olumsuzluklar aslında, demiş birileri. Kötü kitaplar da elimizden geçecek ki iyisinin değeri ortaya çıksın. Bazı kitapların görevi belki budur; mihenk taşı olmak.

Bambolika
20. 08. 2013

Önemsiz Not: Bu yazının hiçbir edebi veya bilimsel iddiası olmayıp sadece iç konuşmalarımdan dışa yansıyan bir kesittir. Daha uzundu; sizleri ve belki de kendimi sıkmamak için düşüncelerimin dışarı uzanan kısımlarını, saçlarım gibi kısa kesiyorum artık.

16 Ağustos 2013 Cuma

Fasulye Turşusu Kavurması



Bu sabah Yıldız İlhan'ın Trabzon seyahatinde turşu kavurması yediğini ve beğendiğini öğrenince, durur muyum, öğlen acıkınca hemen, evde geçenlerde kurup buzdolabında özenle muhafaza ettiğim(başka bir arkadaşa sözüm var çünkü) turşumdan kavurdum. Gerçi anneannemden kalan bir alışkanlıkla fasulyeleri çok haşlamışım, kavururken dağılıyor biraz ama tadı çok iyi oldu. Bu tadı elde etmek için küçük bir hilem var. Belki sizlerle paylaşırım. Bakalım. Bütün mutfak sırlarımı paylaşmak istemiyorum aslında. Şefin gizli tüyoları tribine girdim kendi kendime, haydi hayırlısı!

Karadeniz yemekleri hele de Trabzon bölgesininkiler şipşak yapılıp yenebilsin diye tasarlanmıştır. Mutfak kültürümüz kendinden fast fooddur. Sanayileşme ve modernleşme sonrası olmuş bir şey değildir. Bölge kadını kendiliğinden mekanik bir işçi gibi çalıştığından, kısıtlı kaynaklarla bu yemek türlerini bulmuş ve geliştirmiştir. Şimdi turşuyu küçük pet şişelerde kuruyor, kolayca oraya buraya transfer edebiliyorlar. Çünkü bizim insanın yarı göçer hayatı hiç bitmez. Köy-mezire-yayla göçü üçlemesine, bir de şehir hatta yurt dışı şehirler eklenmiştir. Alamancısı, Fransalısı boldur memleketin. Bu şekilde memleket fasulyesinden yapılan turşuyu, ta Avrupa'ya kolaylıkla götürebilmektedirler.

Fasulye turşusu kavurmak için en elzem üç şey:

1. Fasulye turşusu, (kişi başı bir yemek tabağı)
2. Zagoda(soğan otu, Alm. Schnittlauch)
3. Tereyağı
Sonradan soğan, domates, hatta salça eklenmeye başlamıştır. Bunlar takdir edersiniz ki, dışarı ile ticaret ve iletişimin artmasıyla olmuştur. Domates ve hatta baş soğan bile bizim oralarda kendiliğinden yetişmez. Yetiştirmeye çalışınca epey emek ister. Günümüzde yağmurdan etkilenmesin diye domatesin üstüne muşamba geriliyor gözlemlediğim kadarıyla.



Tereyağı veya sıvı yağı veya her ikisinden oluşturduğumuz karışımı bir tavaya alıyoruz. Üzerine bir soğan doğruyoruz. Bir domates, zagoda ve isteğe bağlı olarak yarım kaşık salça ekliyoruz. Beş dakika kadar yani soğanlar yumuşayana kadar kavuruyoruz. Sonra fasulye turşusunu ekliyoruz. Turşuyu tadın, eğer çok tuzlu ise suda bekletip tuzunu almak gerekebilir. Tansiyon hastalarını da düşünün. Her şeyi ben mi düşüneyim, değil mi efendim ama?

Sonuçta karışık görünümlü ama lezzetli bu tat elde ediliyor.




Afiyet olsun. Turşu kurma olayını daha geniş zamanlarda ekleyeceğim. Şimdilik hazır malzeme ile idare edelim. Çünkü daha çamaşır asacağım. Ütü de var. Yani yerel damarım kabardığından, tarif ekledim, yoksa hiç de bol vaktim yoktu bugün. Dinlenirken, boş durmayayım dedim. Bizim oranın kadınları bilgisayarda yazmayı işten saymazlar. Öyle çalışkandırlar... Gerçi aynı şeyi erkek yapınca işten sayarlar, pardon!

Bambolika in the Kitchen
16.08.2013