28 Ocak 2013 Pazartesi

Lajja yani Utanç



1. Gün

Sabahın geç saatleri olmasına rağmen Suranjan hâlâ yatakta yatıyordu. Zaman zaman Maya onu rahatsız ediyordu:" Kalk dada(1), bir şey yap. Böyle kararsız kalmaya devam edersen bir felaket olacak." Yap bir şey... Suranjan bunun ne anlama geldiğini biliyordu: Saklanacak bir delik aramalıydı. Fareler korkudan böyle saklanır, tehlike geçince  deliklerinden çıkmadan önce  her yöne bakınır ve dinlerler. Onlar da tam böyle saklanmalı, ortalık sakinleşince önce her yöne dikkatle bakıp ortaya çıkmalıydılar. Suranjan niçin evinden kaçmak zorunda olsun? Adı Suranjan Datta olduğu için? Ve babası, annesi, kız kardeşi Maya? Onlar da evlerini Sudhamay Datta, Kiranmayi Datta, Nilanjana Datta ismini taşıdıkları için mi terk etmek zorundaydılar? İki yıl önce yaptıkları gibi Kemal, Bilal ve Haydar'a kaçıp sığınmak zorunda mıydılar?
30 Ekim 1990 sabahı Kemal onlara bir şey olacağı korkusundan ta Eskaton'dan çıkıp gelmiş ve Suranjan'ı uykusundan uyandırmıştı: " Çabuk gelin, birkaç parça giysi hazırlayın! Hepiniz gelin ve evi kilitleyin. Çabuk dediğimi yapın, çabuk, çabuk!" Kemal'in evindeyken hiçbir eksikleri olmadı.Sabahları yumurta ve ekmek, öğlenleri balık ve pirinç, öğleden sonraları bahçede doyurucu sohbetler olmuştu ve geceleri kalın yastıklı yataklarda uyumuşlardı-günleri çok iyi geçmişti-. Yine de neden Kemal'e kaçıp sığınmak zorundaydı? Kemal onun eski bir arkadaşıydı. Tabii ki Suranjan onu birkaç günlüğüne ziyaret edebilirdi ama neden buna zorunlu olsundu? Niçin evini terk edip kaçmak zorundaydı? Kemal niye kaçmak zorunda değildi?Bu ülke Kemal'in olduğu kadar onundu. O zaman niçin Kemal gibi dik duramıyordu? Niçin Kemal gibi bu vatanın bir evladı olduğundan, kendisine zarar gelmemesini talep edemiyordu?
Suranjan hiçbir kalkma belirtisi göstermiyordu. Kendi düşüncelerine dalmıştı ve huzursuz bir şekilde odadan odaya koşan Maya'ya aldırış etmiyordu. Maya'dan başka kimse başlarına korkunç bir şey gelmeden bir şeyler yapılması gerektiğini kavrayamamış görünüyordu. CNN'de dün akşamki yani 6 Aralık 1992'deki  Babri Camisi Saldırısından kareler gösterilmekteydi. Sudhamay ve Kiranmayi donmuş gibi televizyonun karşısında oturuyordu. Onlar da Suranjan'ın onları Ekim 1990'daki gibi bir Müslümanın evinde saklayacağını umuyorlardı.  Bu sefer Suranjan'ın canı hiçbir yere gitmek istemiyordu işte. O bütün gününü yatakta geçirecek. Kemal veya bir başkası onu almaya gelirse, diyecek ki: " Evimi terk etmiyorum, ne olursa olsun!"

.....


Lajja-Scham- Utanma: Teslime Nesrin
(Kitabın girişinden bir bölüm)

Almancası Peter K. Lienen
Almancadan Çeviren Hanife Türkseven

1) Dada, Bangladeş dilinde ağabey




Almanca Bilenler İçin Kitabın Der Spiegel'de Değerlendirmesi

06.02.1995

Bücher
Archiv des Schreckens

Taslima Nasrins Roman "Scham" erscheint jetzt auf deutsch - eine Chronik religiösen Terrors, aber kein literarisches Ereignis.

Der Morgen des 7. Dezember 1992: Auch in Dhaka, der Hauptstadt von Bangladesch, sind die Nachrichten des amerikanischen Fernsehsenders CNN zu empfangen. Bedrohliche Nachrichten. Am Tag zuvor ist im benachbarten Indien die 464 Jahre alte Babri-Moschee von fanatischen Hindus zerstört worden. Nun fürchten die Glaubensgenossen in Bangladesch die Rache der Moslems.

"Steh auf", sagt die 21jährige Maya Datta unter dem Eindruck der CNN-Bilder zu ihrem Bruder Suranjan, "tu irgendwas." Sie erwartet von ihm, daß er sie und die Eltern in Sicherheit bringt. Womöglich kann die Hindu-Familie Schutz und Unterschlupf bei moslemischen Freunden finden, bis sich die Wut der islamischen Fundamentalisten, des Straßenmobs verflüchtigt hat.

Die Zerstörung der Babri-Moschee steht am Anfang eines Buches, das die islamische Welt erschüttert hat wie zuletzt nur Salman Rushdies "Satanische Verse": Taslima Nasrins Roman "Scham"; in dieser Woche erscheint er auf deutsch*.

Nasrin, 32, schildert das Schicksal der Familie Datta an 13 Tagen im Dezember 1992. Die Ärztin und Autorin aus Dhaka hat den Roman unmittelbar unter dem Eindruck jener Ereignisse zu Papier gebracht, die auf dem indischen Subkontinent rund 2000 Todesopfer forderten.

Schon im Februar 1993 erschien "Lajja" in Bangladesch, zunächst als Novelle von 70 Seiten; innerhalb von fünf Monaten wurde das Buch 60 000mal verkauft. Dann kam das staatliche Verbot (Begründung: Störung der öffentlichen Ordnung) und bald darauf, im September, die Todesdrohung für Taslima Nasrin: Fundamentalistische Muslime verhängten die "Fatwa" - wie schon im Fall Rushdie verbunden mit dem Versprechen auf Belohnung für die Mörder.

Woher die Wut auf die Autorin? In "Scham" wird der religiöse Terror gegen die Hindus von Bangladesch beschrieben, _(* Taslima Nasrin: "Scham. Lajja". Aus ) _(dem Bengalischen von Peter K. Lienen. ) _(Verlag Hoffmann und Campe, Hamburg; 304 ) _(Seiten; 36 Mark. ) der Ende 1992 pogromhafte Züge annahm. Zu Helden verklärt werden die Hindus allerdings nicht.

Suranjan etwa, der eigentlich seine Familie beschützen müßte, hat keine Lust dazu. Warum sollte er seine Moslem-Freunde schon wieder um Hilfe bitten? Er fühlt sich selbst gar nicht als Hindu: Er ist Atheist und Sozialist. Und ein Nichtsnutz: Suranjan, 33 Jahre alt, lebt in den Tag hinein, lebt vom Geld des Vaters.

Der, Sudhamay, ein pensionierter Krankenhausarzt, gehört zur Gründergeneration des Staates Bangladesch: Kurz vor der 1971 erkämpften Unabhängigkeit gerät der junge Arzt in die Hände pakistanischer Soldaten, die ihm die Hose vom Leib reißen, um zu prüfen, ob er beschnitten ist. Das aber ist nicht der Fall, und so verstümmeln sie sein Geschlecht: "Wenn du kein Muslim werden willst, dann machen wir dich eben zum Muslim."

1988 wird der Islam zur Staatsreligion. Taslima Nasrin beschreibt die fatalen Folgen für die Hindu-Minderheit - bis hin zu den Hetzparolen auf der Straße im Dezember 1992: "Hindus, wenn ihr leben wollt, dann seht zu, daß ihr euch trollt."

Suranjan versinkt in Depressionen. Er mißtraut seinen moslemischen Freunden. Selbst seine frei denkenden Genossen fragen ihn plötzlich: "Warum habt ihr unsere Moschee zerstört?" Ihr? Wir? Dem Gift der Zuordnungen ist nicht zu entkommen. Ein paar Straßenjungs rufen hinter ihm nun her: "Packt den Hindu, holt ihn euch!" Er läuft davon: aus Scham.

Am sechsten Tag geschieht das Unheil: Eine Bande Jugendlicher erstürmt das Haus, zertrümmert die Einrichtung, verschleppt Maya. Suranjan sucht vergeblich nach der Schwester. Er betrinkt sich, holt eine Prostituierte von der Straße und quält sie, nachdem er sich vergewissert hat, daß sie moslemischer Herkunft ist. Am 13. Tag beschließt der alte Sudhamay, zusammen mit Frau und Sohn das Land zu verlassen. Eine ergreifende Geschichte. Doch kein ergreifender Roman.

Taslima Nasrin vertraut nicht der Wirkung ihrer Geschichte. Sie überfrachtet sie mit Daten, Nachrichten und Statistiken. Sie möchte, gerade in der später auf Romanlänge gestreckten Fassung, ein Übermaß an Informationen unter die Leser bringen: seitenlang Namen zerstörter Tempel, überfallener Dörfer und Menschen.

Das verlangt Geschick. Der amerikanische Romancier John Dos Passos hat schon in den dreißiger Jahren seine "USA"-Trilogie mit kompletten Nachrichtenblöcken durchsetzt, schroff in die Geschichte hineinmontiert. Auch Leon Uris hat in "Exodus" (1958) historische Daten in spannende Handlung verpackt. Taslima Nasrin aber müht sich hilflos damit ab, die Datenflut als Gedanken oder Dialoge ihrer Figuren auszugeben. Zwischen Leitartikelsätzen und Materialsammlung bleibt die Erzählung auf der Strecke.

Mit Rushdies Roman "Die satanischen Verse" (1988), dem anderen legendären Objekt fundamentalistischen Hasses, ist "Scham" schon gar nicht zu vergleichen. Dazwischen liegen Welten - nicht der guten Absicht, sondern des künstlerischen Vermögens.

Der Roman "Scham" hat dennoch seine Würde - und Berechtigung: als Archiv des Schreckens und der Erniedrigungen. Die mörderische Wut der religiösen Eiferer auf dieses Buch und seine Autorin bestätigt zudem, daß noch die unglaublichsten Begebenheiten in diesem Roman-Bericht der Wirklichkeit entsprechen. Die im August vergangenen Jahres nach Schweden geflohene Taslima Nasrin zahlt einen schrecklichen Preis: die Bedrohung ihres Lebens. Y

* Taslima Nasrin: "Scham. Lajja". Aus dem Bengalischen von Peter K. Lienen. Verlag Hoffmann und Campe, Hamburg; 304 Seiten; 36 Mark.
DER SPIEGEL 6/1995
Alle Rechte vorbehalten
Vervielfältigung nur mit Genehmigung der SPIEGEL-Verlag Rudolf Augstein GmbH & Co. KG.

20 Ocak 2013 Pazar

Bangladeş'te Durumlar, Teslime Nesrin'den


Teslime Nesrin bloğunda Bangladeş'in Radikal İslamcılarla imtihanını anlatıyor.

Bangladeş Yettin Artık Diyor!

Bangladeş berbat! Evet öyle! İslamcıların ülkeyi mahvetmesi için ne gerekirse yapıyor. 20 sene önce bana karşı bir savaş başlatıldı. Yüzbinlerce insan benim asılarak idam edilmem için sokaklara döküldü, bunu yaptılar çünkü İslam ve kadın hakları arasındaki çelişki hakkında gerçeği söyledim. Devlet bana karşı insanların dinsel duygularını incittiğime dair dosyalar doldurdu ve aylarca ev hapsinde kalmam yönünde güç kullanıldı ve sonunda ülkeden ayrılmak zorunda kaldım. O günden beri ülkeme dönmeme izin verilmedi. O tarihten sonra ülkeyi yöneten politikacılar veya askerler İslamı eleştiren yazar ve aydınları öldürmekle tehdit edenlere karşı hiçbir önlem almadı. Ünlü yazar Ahmad Sharif İslamcılaraın saldırısına uğradı. Ünlü bir şair olan Shamsur Rahman da saldırıya uğradı. İslamcılar kendilerini alaya alan bir roman yazdığı için Humayun Azad'ı öldürmeye çalıştılar. Arifur Rahman adlı karikatürist, çizdiklerinin İslamcılara hakaret ettiğini söyleyen devlet tarafından hapse atıldı. Asif Mohiuddin bloğunda İslamı eleştirdiği için iki yıl önce hapse girdi. Şimdi de İslamcılar tarafından bıçaklandı.

"Ateist olmak tehlikeli olabilir. Bangladeş'te tanınan bir ateist blog yazarı pazartesi gecesi başkent Uttara'ya bağlı bir banliyöde radikal İslamcıların saldırısına uğrayıp bıçaklandı.
 Habercilerin bildirdiğine göre, Asif Mohiuddin kimlikleri tespit edilemeyen saldırganlar tarafından, Dakka’nın lüks Uttara mahallesindeki bürosunun yakınlarında, sırtından ve vücudunun üst kısmından defalarca bıçaklandı. Houhiddin'in saldırı sırasında yanında olan arkadaşları, Radikal İslamcıları suçluyorlar.
Salı Günü, 15 Ocak itibariyle Mohiuddin "düzelme kaydetti ama hayati tehlikeyi atlatamadı" ve halen operatörlerin suikastçi bozuntularının yol açtığı hasarı onarmak için üç saat uğraştığı Dakka Tıp Fakültesi Hastanesinde yatmakta.
Mohiuddin'in bloğu Bangladeş'in en çok ziyaret edilen bloglarından biridir. Mohiuddin, İslamın resmi din olduğu bir ülkede ki 153 milyon nüfuslu Bangladeş'in %90'ı kendini Müslüman olarak tanımlıyor, kimilerine göre 'Militan Ateizm' in avukatlığını yapıyor."

Bangladeş'in kendine verdiği en büyük zarar, gerçekten de, ne ateistleri öldürmek ve hapse atmak ne de onları yurt dışına sürgüne göndermektir; verdiği asıl zarar milyonlarca vatandaşını sonsuza kadar çenesini kapalı tutmaya mecbur etmesidir. Bangladeşliler artık çoğunluğun farklı bulduğu düşüncelerini ifade edemeyecekler.

Laiklik Bangladeş’in kuruluşunda en önemli dayanaklardan biriydi. Pakistan'dan daha liberal ve laik olunacağı farzediliyordu. Ancak kırk yıl içinde yöneticileri ülkeyi gerçek bir İslam devleti haline getirmeyi başardılar. Ülke Pakistan'dan ayrılmıştı. Ancak gerçek şudur ki Bangladeş Pakistan'dan daha iyi durumda değildir.

19. 01.2013

Çev: Hanife Türkseven
Düzeltme Çevirmen Nuray Önoğlu

13 Ocak 2013 Pazar

Teslim Olmayan Teslime Nesrin'in





Bir Kadın Yazgısı*

Uzun zamandır yakın takibe aldığım Bangladeşli yazar Teslime Nesrin'in Türkçeye çevrilmiş tek eseri olan Cumhuriyet Kitapları'ndan Bir Kadın Yazgısı'nı yeni bitirdim. Müslümanların tehdidi altındaki bir Hindu aileyi anlattığı Lajja yani Utanç adlı kitabı yüzünden ülkesindeki radikal dinciler tarafından hakkında ölüm fetvası çıkarılan Nesrin, 1994'ten beri değişik ülkelerde siyasi mülteci olarak yaşamını sürdürmektedir. Şimdilerde Hindistan'dadır.

Nasıl bir ironidir ki adı "teslim olan" anlamına gelen bu kadın bağnaz dindarların bütün tehditlerine rağmen teslim olmamıştır. Olmaya da niyeti yok gibi. Kendisini sosyal medyadan İngilizcem izin verdiği ölçüde izliyorum. No Country for Women(Kadının Ülkesi Yok) adında bir bloğu var. Ayrıca adını taşıyan bir web sitesi. Yazdıklarından, sıkı bir insan hakları savunucusu, kadın hakları takipçisi, dinsel bağnazlığa karşı mücadele veren bir sözcü olduğunu biliyorum.
Sosyal medyada özellikle İslam aleminden bazı kendini bilmezlerin kendisine yaptığı küfürlerin haddi hesabı yok. Okuduğumda yüzüm kızarıyor. Twitter'da birileri küfredince ben dayanamayıp yanıt vermiştim.  Bir dindar(!) kişi nasıl olup da böyle küfredebilir, aklım almamıştı? Teslime ise onları deşifre ediyor ama muhatap almıyor, hiçbir saldırı onun güncel olayları laik, hümanist ve feminist değerlendirmesini engellemiyor. Hatta zaman zaman o da sertleşiyor. Ben bile keşke böyle demese diyorum. Elbette koruma duygusuyla, yoksa haklı olduğunu biliyorum.
Kitabı kitapçılarda bulamadım, netten ısmarladım. Zaten anladığım kadarıyla tek baskıda kalmış kitap.
Teslime Nesrin'den bahsedince birçokları onu İranlı, bazılarıysa Afgan sanıyordu. Ben ise Hindistanlı Müslüman kökenli. Onun kökenini net bilmemek Türkiye'de kendi doğusuna olana ilgisizliğin de bir göstergesi gibi geliyor bana. Her konuda olduğu gibi Batıdaki feministler bizim daha bir ilgi alanımızda. Bu durum belki de Bangladeşliler için de geçerlidir. Hepimiz Batıya bakarken "yazgı" benzerliğimiz olan birbirimize bakmayı unutuyoruzdur. Hatta bana kalırsa birbirimize yeterince destek ver(e)miyoruz. Mollaların ölüm fermanı verdiği Teslime Nesrin'e resmi olarak devletimiz, resmi olmayarak ülkemiz hümanist ve feministleri ne kadar destek ver-di/iyor acaba?
Bu bağlamda Cumhuriyet Kitapları'na teşekkür etmek gerekir. Teslime Nesrin'in adını bu şekilde duyurmak bile, bir farkındalık yaratmak açısından çok değerlidir. 1962 doğumlu yazarın yaşadıklarının bir kısmını doksanların ortalarında medyadan takip etmeye çalışmış, Doğulu genç bir kadın olarak onu çok iyi anlıyorum diye düşünmüşümdür.
Simone de Beauvoir'ın Bir Genç Kızın Anıları'nı okuduğumda kadınların genç kadınlık süreçleri, yaşadıkları kısıtlamalar açısından ne kadar da benziyor diye karşılaştırma yapmış ama Avrupa'da bazı toplumsal kuralların hiç de bizimki gibi olmadığını anlamıştım. Örneğin namus kavramı farklı idi. Bizdeki kadar kadınlar aleyhine bir katılık yoktu. Kadınlar bizde erkeklerin dekoratif nesneleri değillerdi. Ortalığa çıkarılmazlardı. Yok'a yakın olmaları en iyisiydi, işte bunlar bizi, Önasyalı kadınları Avrupalı kadınlardan çok daha gerilerden başlayarak mücadeleye katılmaya itiyordu. Bu yüzden Bir Kadın Yazgısı bana konusu ve dokusu bakımından Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok özyaşamöyküsel romanını daha çok çağrıştırdı.
Bir Kadın Yazgısı iki bağımsız kısımdan oluşuyor.  Birinci kısım, kitabın adı olan bölüm aynı zamanda; uzunca bir öykü, ikinci kısım ise Seçenek adını taşıyor, iki kız kardeş arasındaki mektuplarla yapılandırılmış.
Her iki kısımda da Bangladeş'in muhafazakar yapısına isyan etmiş kadın kahramanlar var. Burjuva ya da bürokrat kökenli ailelerden geliyorlar ve-veya onlara gelin gidiyorlar. Yani orta-üst gelir düzeyindedirler. Kadınlarımız iyi eğitim almış, kendi ayaklarının üzerinde durabilen ama bizim gibi İslami kültürlerden kadınlar için çok tanıdık olan toplumsal baskılardan bir türlü azade olamayan karakterlerdir. Çünkü bir meslek sahibi olmak kadının, kadınsal niteliklerine bir artı olmakla birlikte, evlilik kurumu gibi katı geleneksel yapının içinde erkeğin statüsünü bozacak hale gelince kıyametler kopuyor. Klasik rollerini reddeden kadın, başta eşi ve onun ailesi olmak üzre, kendi öz ailesi dahil bütün toplumun nefretini toplamakta ve yalnızlaşmakta geç kalmıyor.
Bir Kadın Yazgısı'nda yakışıklı ve kariyer sahibi ama erkek olarak ödevini yapamayan eşini tanıdıkça düşünceleri dönüşen kadının iç konuşmasından bir bölüm:
"Altaf'ın benden beklediği, tüm kişiliğimi yitirmem, tüm bildiklerimi unutmam tümüyle teslim olmamdı. O, benden kendi istediğini yaratacaktı. Şimdi artık beni nasıl gördüğünü biliyorum ve ona karşı en ufak bir aşk duymuyorum. Onsuz yapabileceğim, o olmadan daha az üzüleceğim, belki de mutluluğu yakalayabilme şansını bulacağım düşüncesi filizlenmeye başladı kafamda." (s.56)
Erkeklerle yaşadıkları sonunda aşk'ı sorguluyor ikinci kısımdaki Abla; Bangladeş dilinde Bubu. İlk evliliğinde eşinden gördüğü baskıdan kaçıp kendi ayakları üzerinde duran, seyahatlere çıkan Bubu, daha bağımsız bir ilişki kurduğu ikinci sevgilisiyle evlenince her şeyin yavaş yavaş değişmeye başladığını görür. Erkekleri sevmenin bir suç mu, kusur mu olduğunu sorgulamaya başlar. Sevip evlenince bencilleşmeye ve çirkinleşmeye başlamaktadırlar. Toplumun onlara sağladığı konfordan hiçbiri gönüllü vazgeçmeye niyetli değildir. Son aşamada kazara evlilik dışı bir ilişkiden hamile kalınca, bebeği doğurup onu erkeksiz büyütmeye karar verir. Çok zor olacağını bilse de bu kararından memnundur. Bu türden bir kararın İslam dünyası için kadını, katli vaciptir fetvasına götürebileceğini görüyorum. Bu mektuplardaki Bubu gerçekten arı kovanına çomak sokmuştur.
Gerçeğe dönersek, kitaptaki isyankar kadınların hepsi Teslime Nesrin'dir bana kalırsa. Edebi anlamda roman türünün Doğuda daha az gelişmiş olduğu düşünülürse bu kitabın da anlatı olarak gün yüzüne çıkmasına şaşırmadım. Özellikle birinci kısmın yer yer kapalı ve oriyantal bir dili var. Meramını ise boşluklar bırakmasına rağmen iyi vermiştir. Gözü açılmadık sığırcık yavrusu kız çocuklarının okulundan koparılıp hayırlı bir kısmetle baş göz edilmesi, bizim için de çok tanıdık, değil mi?
İkinci kısım daha açıktır. Mektuplaşmalarda Bangladeşli kadının statükosuna dair beyin fırtınası ve sorgulamaları çok daha net görüyorsunuz. Dindar olan küçük kız kardeşin, süreç içinde din adamlarının bazı sahtekarlıklarına tanık olması ile geçirdiği dönüşümü de gözlüyoruz. Yine de her konuda ablası ile hemfikir değildir. Bu kız kardeş sanki Teslime Nesrin'in feminizmde sorguladığı noktaları temsil ediyor.
Bubu yani özgürlükçü ablanın kız kardeşi Nupur'a kısa ama görüşlerini net yansıttığı mektubu:
"Nupur,
Nefret ettiğim bir düşünce varsa, o da anneliği kadınlığın en yetkin olgusu kabul eden anlayıştır! Benim çocuk doğurma isteğimin nasıl böyle bir düşüncenin etkisiyle oluşabildiğini düşünebildin?
Şunu bil ki küçük budala, eğer ben bir çocuk istiyorsam, bu bir amacı gerçekleştirmek için değil! Yalnızca, çocuk dünyadaki en güzel varlık olduğu için ve ben başka hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak bu ana-çocuk ilişkisini yaşamak istediğim için. Benim ihtirasımın sınırı bu.
Hayır, aslında, başka bir şey var. Bu çocuğun bizi doğumumuzdan itibaren kuşatan ataerkil yönteme bağlı olmamasını istiyorum. Benim dünyaya getireceğim canlının bu egemenliğe son vermesini gerçekten istiyorum.
Çocuğu aldırma öğüdünü dinlemeyeceğim Nupur.
Ben çok iyiyim. Benim için özellikle kaygılanma! Mutluyum.
Yakında.
                                                                                                                   Bubu" (s.187)


Nupur'un babasız çocuk büyütmenin ne kadar zor olabileceği konusunda uyarılarını çok haklı buluyorum. Çözüm, erkeklerden yılıp onlardan soyutlayarak çocuk büyütmek olmamalı diye düşündüm ben de okurken. Sonuçta o çocuk bir şekilde erkeğin katkısıyla dünyaya geliyor, erkek de ondan sorumludur ve ona ilişkin hakları vardır. Bu hakları nasıl kullanabileceği konusunda elbette benim de kuşkularım ve tedirgin olduğum noktalar var. Bir de çocuğun babasızlık konusunda ilerde söyleyecekleri olacaktır. En zor kısım da bu değil midir?
Bu konu gerçekten bir sorunsal. Paradoksal aynı zamanda: Ataerkil sisteme yeni bireyler eklemekle ilgili bir sorun yumağı. Sistem dışına kaçmak-çıkmak olası mıdır, gibi birçok soru üşüşüyor aklımıza? Bir de epey yalnız olan kahramanımızın durumunda?
Yani kitap başarıya ulaşıyor. İçsel hesaplaşmalara giriyorsunuz, kadın olarak ataerkinin zulmü altında yaşadığınız haksızlıklar diziliveriyor yan yana. Aslında yalnız değilsinizdir ama... Dünyanın ummadığınız bir yerinde mangal yürekli kadınlar vardır.

*Cumhuriyet Kitap Kulübü, 192 Sayfa, Mart 1999, Çev: Bülent Berkman

Hanife Türkseven
Ankara, 21. 12. 2012

Yazının bianet'te yayınlanan hali için ://bianet.org/biamag/dunya/143672-teslim-olmayan-teslime-nesrinin-yazgisi