24 Nisan 2012 Salı

Kentin kirli yüzü, sıcak elleri


Kentin kirli yüzü, sıcak elleri
Hanife Türkseven


... Öyle sıcaktı ki çöpcülerin elleri
Çöpcülerin elleriyle okşardım seni ...



İzmir’in daracık veya nispeten geniş sokaklarında çöpleri karıştıran, çöplerden ekmeğini çıkaran insanları görünce aklıma Can Yücel’in "Sevgi Duvarı" şiirindeki bu dizeleri gelir. Görmek istemediğimiz bir filmin aktörleridir onlar. Başımızı çeviririz. İğreniriz, korkarız, karışıktır duygularımız. En çok da unutmak, yok saymak isteriz onları herhalde. Yoksa bunu bir sorun, bir gerçeklik olarak algılasak çözmek için çabalamamız gerekmez miydi?


Ben bu insanlara kızgınlıkla karışık bir hayranlık da duyarım. Kızgınlığım onlara mıdır, aslında değildir, olamaz. O anda öyle gözükür. Bin bir özenle sızdırmasın ve koku yapmasın diye bağladığım çöp torbalarımı, hemen yırtıverir, konteynırın içine boşaltırlar. İçinden büyük bir profesyonellikle istediklerini alırlar ve o iki tekerlekli, kocaman naylon çuvallı el arabalarına atıverirler. Bazıları eldiven takar ama çoğunlukla çıplak ellerle görürler bu işleri. Yani nasıl bir kirin içinde iş yaparlar anlayın artık.

Hayranlığım da, saprofitler (çürükçüller) gibi çalışmalarınadır. Bizde yerel yönetimler ve hane halkları olarak çevreye ve geri dönüşüme yeterince duyarlılık olmadığından onlar bu ayrıştırmayı, adı geçenler adına yaparlar. Karşılığında pislik ve biraz para geçer ellerine.

Bu noktada beynim hızla çalışmaya başlıyor.

Bu insanlara iş olanağı da sağlayarak çöpleri ayrıştırmayı bir çözüme bağlamak gerekmez mi? Bir ayrıştırma ve dönüştürme tesisi devreye sokulmalı ama mutlaka çalışanları bu insanlar olmalı yoksa başka bir sosyal soruna yol açmış oluruz ki bu insanların çocukları da bu işi yapmaktadır.

Yerel yönetimlerin devamlı çiçek dikmeleri güzel de, kokuşmuş torbalı arabalarıyla, kir pas içinde ortalıkta dolaşan bu insanlar varken batıya dönük bir yüzümüz olmuyor, olamıyor pek. Yanlarından geçerken şöyle bir ürperiyorsunuz. Genç denebilecek yaşta olanların -bu işten utandıkları belli- aralarında konuşurken sözde, hiç duymadığım küfürleri etmesi rahatsız olduklarının dışa vurumu değil de, nedir sizce?

Peki bu insanlara burun kıvıran biz tüketicilere ne gibi görevler düşüyor? Hemen bir süre yaşadığım İsviçre’nin Basel kenti aklıma geliyor. Çarpıcı bir rakam: Belediye gelirinin yüzde 20’si çöplerden elde ediliyor, çöplerin ayrıştırılıp dönüştürülmesinden elbette. Hatta bizde de Ankara’da bir atık plastik fabrikası kurulduğunu da izlemiştim televizyonda. Zaten Ankara’da yaşarken –on yıl öncesi- çöp konteynırları kaldırılmıştı, belli zaman dilimlerinde çöpleri kapıya koyuyorduk ve böyle çöp karıştırıcılar yoktu. Çöp torbaları sızdırırsa uyarı bile alıyorduk belediyeden.

İzmir’e geldim geleli Konak’ta oturuyorum ve hala istediğimiz saatte çöp atma lüksümüz(!) olmasına alışamadım. Yazın 40 santigratta kokuşan çöpler varken ve bunlardan ekmeğini çıkarmak zorunda olan insanlara bakarken, bana hangi medeniyetten bahsediyorsunuz bayanlar, baylar?

Bizler de çöpleri evde ayrıştırmaya başlamalıyız. Kağıtları, plastikleri, kutuları, pilleri, camları ve organik çöpleri karıştırmamalıyız. Ben şimdilik en azından böyle ayrışmış bırakıyorum ki, çöp karıştırıcıları hangisini topluyorsa onu kolayca alıversin diye. Ama bu elbette kendi başına kalıcı çözüm değildir. Benim bu yaptığım, içinde işlerine yaramayacak şeyler olan bağladığım torbamı yırtmalarına engel olmuyor.

Yerel yönetimlerin bu işlere acilen el atması gerekir. Avrupa’dan gelen arkadaşlarıma bu acayiplikleri anlatmaktan yoruldum. Evlerimiz içerden Avrupalıları imrendirecek modernlik ve temizlikte. Pencereden bakınca, sanki bir filmdesiniz ve iç mekanlarla dış mekanlar ayrı ayrı yerlerden monte edilmiş gibi duruyor.

Balkondan bakarken hemen birkaç poz çekiyorum, çekebiliyorum çöp karıştırıcılarından. Sorunun veya bu işten geçimini sağlayanların çokluğunu anlamanıza katkısı olacaktır elbette.
Konuk Yazar   
[16/7/2009]   
Bu yazı 521 kez görüntülenmiştir.   

http://www.kentyasam.com/y_haber_goster.php?yazar_id=18&id=2381'da yayınlanmıştır.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Ekmek ve Zeytin'den İzlenimler


Ekmek ve Zeytin'den İzlenimler

Ege insanı için zeytin Karadenizli için hamsi gibi bir şey sanırım. Sembolik bir besin. Vazgeçilemez olan. Ekmekse bütün Anadolu için aynı kutsallıkta. O yüzden, Ahmet Büke, kitapta yer alan otuz kısa öyküyle onu besleyen köklere inmiş bu sefer diye düşündüm.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
21 Nisan 2012, Cumartesi
Yaştaşım başarılı öykü yazarı Ahmet Büke ile tanışıklığım belki de geç kalmış. Tipik bir Ege çocuğu, halkı gözlemleyip hayal gücünü sihirli bir manevra gibi kullanarak bizi öykülerini okumaya çekebiliyor. Ben maymun iştahlı okurlardanım. Bazı yazarların bir kitabını okuyunca diğerini aman aman okuyayım diye merak duymam. Şöyle bir endişem vardır çünkü: Ölüp gitmeden mümkün olduğu kadar değişik yazardan çok kitap okuyabilmek. Ama bazı yazarlar da inatçıdır hani, her çıkan kitabında acaba bu sefer ne yazmış diye kandırıverirler.
Sait Faik Öykü Ödülünü almış "Kumrunun Gördüğü" kitabından sonra yayımlanan bu kitabını "ekmeği ve zeytini öğreten anne"sine ithaf etmiş yazar. Ege insanı için zeytin Karadenizli için hamsi gibi bir şey sanırım. Sembolik bir besin. Vazgeçilemez olan. Ekmekse bütün Anadolu için aynı kutsallıkta. O yüzden, kitapta yer alan otuz kısa öyküyle onu besleyen köklere inmiş bu sefer diye düşündüm.
Geçtiğimiz yıl genç yaşında kaybettiğimiz Didem Madak'ın bir şiirinden alıntı yapması da dikkatimden kaçmadı, öykülere geçmeden:"Şimdi mucizevi bir yerdeyim." Umarım o yerde huzurludur Madak.
İlk öyküsünde nakliye aracında yanan (yanmaya terk edilen mi demeli) mahkûmları işlemiş. Dünyaya yukarıda süzülürken bakan karahindiba ve kartal, aşağıda olup bitenleri gözlemliyorlar. Öykünün sonunda tutanağın ek maddesi çarpıyor beni: "Bir mahkûmun elini kelepçeden ayırmak mümkün olmadığı için, demir testere marifetiyle... Kelepçenin adli tıpta kaybolmaması için ekteki demirbaş numarası hususuna dikkat edilmesi arz ve rica olunur."
Bütün öykülerin olamayacaksa da tortusu fazla olanların üstünden geçmek istiyorum. İkinci öyküsüne, Nenem Buldu Beni! adını koymayı uygun bulmuş. Kemiklerini olsun bulunca sevinen kayıp yakınlarını anlatmış. En çarpıcı öykülerden biri de bu. Yaşlı nene sözde kemiklerinden torununu tanıyor. Kemikler konuşuyor: "Nenem buldu beni. Yaprakları temizledi. Otları yoldu. Toprağı sıyırdı. Taşları ayıkladı. Güneşi hissettim yıllar sonra. Tek tek topladı beni. Eksik parçalarımı buldu. Nenem öptü kokladı beni. Sonra torbaya koydular. Babamın mezarına döktüler hepsini."
Gözyaşı keseleri fora oluyor haliyle.
Sonra çocukluktan itibaren aldığı darbelerden sinirleri bozulmuş Kürt bir çocuk. Dağa giden baba, yokluk yoksunluk işte. Anasızlık cabası. Kürt olmak bile meseleyken...
Babalar, oğullar, analar, askerlik. Bizim ülkemiz için iç savaş demek askerlik. İç savaşa kurban gitmek bir bakıma. Karşılaştırmalı anlatılmış bir öyküde: Fakirler savaş içindir.
Serçeler Diyorum'da yine bu iç savaşın mağdurlarından birini göstermiş Büke. Şizofrenik kokular geliyor karakterden. Hatta adını bilmediğim birçok psikolojik rahatsızlığı olan öykü karakterleri var. Normal diyebileceğimiz kimse yok. Zaten normali anlatmanın çok da anlamı yok! Kaldı ki, normal nedir?
Bir bakmışsınız, belki özel harekâttan birinin iç dünyasıyla tanışmışsınız bu kitapta. Kanayan, kaynayan o ortamdan kurtulunca günahları da orada kalacak zanneden ama öyle olmayan. Ben karıncalarını sevdim aynı öykünün, huzursuz ev sahiplerinin, asker eskisinin yani, yanından taşınıyorlar ve taşınırken not bırakıyorlar. "Bakkal Mümtaz'a hicret" ediyorlar. Gülüyorsunuz böyle ayrıntılarla. Çünkü Büke öykülerinde, en kasvetli anda zıpır bir çocuk oluverir ve masal anlatmaya başlar size.
Düzgün çalışan bürokratın sistemin dişlilerinde nasıl un ufak edilebileceğini de gözler önüne seriyor Büke. Nitelikleriniz, ülkeye kazandırabileceğiniz ne olursa olsun, esas olan birilerinin çıkarlarıdır. Onlara aksi eylemlerdeyseniz, vay canınıza!
Arka kapakta bir bölümüne yer verilen tatlı bir öykü Musul'da Bir Göl, gerillalardan bahsediyor, onların acı sonlarından. Geride tek kalan olmak bir yandan yakarken... Bir aşk kıskançlığı bu kadar mı güzel dile getirilir? "Ben Metin'e üzülüyordum habire. Bu kız onu üzecekti. İstiyordum ki ben üzüleyim. Metin unutsun Hülya'yı, ben seveyim..." Arkadaş dediğin böyle olur tabii.
Alamancının memlekette yalnız kalmış, kırılıp dökülmüş çocuğunu anlattıktan sonra, hayalindeki örgütü kurduruyor kahramanlarına Büke. Symrna Birleşik Direniş Cephesi'nin Üyeleri: Yoksullar ve Açlar, Sokak Köpekleri, Bidon Kedileri, Evlerinden Sürülmüş Kürtler ve Çingeneler, Türkler ve Tek başına Kalmış Madam Pi, Eşcinseller ve İki Çeşmelik Zencileri... Eylemlerini kitapta bulabilirsiniz, hatta örgüte katılabilirsiniz...
Aslı için yazılmış Tanrı Zar Atmaz öyküsünde iki pil etrafında zincirleme oluşan kriminal olaylar ve durumları içlenerek okuyorsunuz. Hiçbir karaktere, iğrenç bulsanız bile, her nasılsa kızamıyorsunuz.
Açlıkla ilgili acıklı bir öyküden sonra soluk soluğa Mısır'da Cuma'ya konuk oluyorsunuz. Taş döşeyen işçilerin düşlerini gösteriyor size Büke. Patronun son nefesine tanık oluyor bir çalışan diğer öyküde. Çok değil Azrail gelmeden biraz öncesinde bile patrondan paparayı yemiştir.
Pazar torbalarını taşıyıp üç kuruş kazanan biriyle, ölen annesinin tekerlekli sandalyesiyle ona yeni yöntemler geliştiren bir diğer kahramanın hallerini ise üzülerek okuruz. Ama yine de umut saklıdır bir yerinde.
Soğuk ve Toz Zerrecikleri'nde işkenceci komiser olağanüstü bir soğukla kırılan dünyada, kente kadar inen kurtların saldırısına uğrar.  Diğer sayfada çocukların bir merhumun rugan pabuçlarına dair planları ve planların değişmesini o muzip tavırla okurken bulursunuz kendinizi. Hırsızlık yapılsın diye neredeyse alkış tutarsınız okur olarak.
Peki bankanın bekçisi karga olursa ne olur? Biz kargadan yanayız ama banka müdürü hiç de öyle değildir.
Yine işsizlik ve devamında açlık tekrarlanıyor ama kendi tarzıyla, içten, masalsı anlatıyor bunları Büke. Hem çarpılıyorsunuz hem de sarsılarak sindiriyorsunuz metinleri. Fazla söze gerek kalmadan, zaman zaman büyülü gerçekliğin kucağında geziniyorsunuz, masalcı nineniz sizi uyuturken düşündürüyor.
Bira şişelerini satıp karın doyurma derdine düşmüş onurlu küçük insanlar. İşini kaybedince uçuk hayaller kuran insanlar, kedilerini besleyen kadınlar. Hepsi tanıdık ama bir o kadar da bizde merak uyandıran yanları var.
"Reşit, Melek, Nevriye, Yarım Kulak. Dört 'sıfır' bir etti de sarılıp uyudular birbirlerine."Yoksullar ve sokak hayvanları aynı kaderi paylaşınca "bir" olabiliyorlar.
"Bulutlar kadar üzgünüm. Annem gitti çünkü." Şimdi kırkıncı doğum gününü kutlayan bir çocuğun itirafıdır. Kimin üzüntüsü buluttan daha çok olabilir ki? Maceracı bir dedesi vardır ama. Yaptığı soygunlardan kazandığı paralarla Fil Bahadır'ı rüşvetle İzmir Hayvanat Bahçesinden satın almıştır vaktiyle. Öykü kahramanımızın fille ilgili duygularını okuyunca kahkahayı patlattım: "Bahadır çok fena sıçıyordu yalnız. Rüyalarıma giriyordu." Gidenler ve Bulutlar' adını verdiği bu öyküyü kendime edindim: okur bencilliği.
Babasının gördüğü resmi işkence yüzünden, annesi kriz geçirip ölen Zahit'in Tanrıyla olan yazışmalarına tanık oluyorsunuz. Kitabın sağda kalan sayfaları azalmış, içinizi çaresiz kahramanları yalnız bırakacaksınız duygusuyla bir hüzün kaplamıştır bile. Öyle ya, yazılmamış ve okunmamış şeyleri kimse fark etmemiştir. Onlar daha bir kayıptır; daha bir kimsesiz.
Akıl hastanesine yatırılmış emekli edebiyat öğretmeninin orada bile kedi istemesi gülümsetiyor. İlaç dozları arttıkça anlattıkları renkleniyor.
Yara ve Kabuk insanı sakin sakin bir dehşete götürüyor. Kader mahkûmu, dehşet senaryosunun faili ve mağduru iki kadın her şeyden kaçarlar en sonda. Birbirlerine sığınırlar. "Yara yaraya benzedikçe kabuk tutar" çünkü.
Vampirle Görüşme'de yaratılmış Avrupalı vamp kadın, kötü gibi gözüken ama iyilik yapan biridir. Argo konuşur. Türkçe konuşur. Bakkaldan şokella ister. Ürkmüş bakkala:"Veresiye sanma. Hacılıyorum. Tamam mı cicim?"diyebilecek kadar racon keser. Sertçe dönüp çıkar. Öyküdekilerle siz, birlikte şaşırırsınız.
Sonuncu öykü iki militan kadın üzerine: Birbirlerine âşık iki kadın. Öykünün adında geçen Rama şu fantastik bilim kurgu serisinden midir yoksa Ramallah'ın kısaltması mıdır? Bilemedim. Bilmeli miyim, o da ayrı! Sonuçta bu kadınlar mücadelenin içindeler ve savaş devam ediyor...(HT/NV)
* Ahmet Büke, Ekmek ve Zeytin, Öykü, Can Yayınları, 134 Sayfa.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Sabah Yansımaları

Yağmur hışırtısı... İnatla cikleyen serçe... Araba gürültüsü... Kesik kesik havlayan köpek... Lastik şıpırtısı... Çay bardağında çıngırdatılan kaşık sesi... 
Dursun'la göz göze geldik. Duyuyorum ben de oğlum dedim. Memnun oldu... Mırıldandı...


Facebook status,14 Nisan 2012

1 Nisan 2012 Pazar

Medine'yi Duydum!



Sevgileri sadece koşulsuz itaat edersen 

Bayramlarda elini öperdim dedemin. Bu kadar ağır mıydı? Yine indirdi kafama. Eline geçirdiği her şeyle vuruyor. İlk başlarda çok acıyordu... Ağzımı bağladılar, bağıramıyorum. Beni kurban edecekler anladım ama bu kadar eziyet etmemişlerdi ki geçen bayram kurbanlık koça. Namuslarını beş paralık etmişim. Nasıl yapmışım anlamadım? Kimsenin canını yakmadım ki ben? Hem suçluysak ona niye kimse bir şey demiyor? Babam bakıyor, sanki beni hiç kucağında hoplatmamış. Bakma baba, kurtar, kurtar dedemin elinden, çok acıyor. Vurma baba! Ne olur vurma!...

Karanlık...Başım zonkluyor. İçimden kanlar gidiyor sanki... Ağrı geziniyor oradan oraya... Gözlerimi açamıyorum, nefes alamıyorum. Kapı gıcırdıyor.. Dedem saçlarımdan tutuyor. Babam ayaklarımdan. Sürüklüyorlar. Çarpıyorum eşiğe, hiç aldırmıyorlar. İnledim mi, bana mı öyle geldi? Ölmüşüm gibi davranıyorlar. Annem nerde? Anne, anne kurtar beni!!...


Toprak bütün günahları yutabilir; ama kusabilir de...

Çukura atıyorlar çöp çuvalı gibi...
Babânem mi o? Bana değil etrafa bakıyor?
Babâne kurtar!
Sobaya yaklaşırken hani tutardın ya...
Kurtar babâne, harç hurç toprak atıyorlar üzerime.
Karanlık zaten, karanlıktan çok korkarım, bilirsin. Babâne kurtar, babâne!
Medine'ni kurtar babâne! Adımı babanem koymuş, bırakmaz beni.
Üzerim ağırlaşmaya başladı. Babâne, toprak doldurdular.
llk adımımı attığım bahçenin içine soktular? Yer yarılıp içine sokuldum babane?
Susma babâne!
Ben konuşamıyorum! Gücüm yok! Sen konuş!
De ki, kızım vallahi bir daha yapmayacak!
De ki, yazıktır acıkmıştır, ilişmeyin, de!
Bana yağda yumurta yap, babane. Sonra süt içeyim. Uyuyayım babâne. Çok yorgunum...
Ne yaptıysam bir daha yapmıycam babaane!
Babaaanee.......Dedeeee.... Babaaa....

Annneeeeeee.....!!!!

Bu çığlık susmaz, hep kulağında annenin...


Hanife Türkseven
İzmir, 2012 Nisan


Medine'nin ölümü, dünya basınında!
05 Şubat 2010 Cuma 12:43
LONDRA/KUDÜS -ANKA- Adıyaman'da Medine Memi adlı 16 yaşındaki kız çoğunun canlı olarak gömülmesi, yurt dışında da yankı yarattı. Yabancı basın, Türkiye'de ender rastlanan olaylar olmasa da Medine Memi'nin korkunç ölümü, ülkeyi şok etti”, “Otopsi sonucu, kanı donduruyor” gibi yorumlar yapıldı.

TİMES: “MEDİNE'NİN ÖLÜMÜ ÜLKEYİ ŞOK ETTİ”-
“Türk kız çocuğu, genç erkeklerle dostluğunun ailesini utandırdığı için çanlı gömüldü. Namus cinayetleri, Türkiye'de ender rastlanan olaylar olmasa da Medine Memi'nin korkunç ölümü, ülkeyi şok etti.”

-GUARDİAN: “NAMUS CİNAYETLERİ TÜRKİYE'DE ÖLDÜRMELERİN YARISINI OLUŞTURUYOR”-
“16 yaşındaki Türk kızı, genç erkeklerle konuştuğu için canlı gömüldü. Ölümü, Türkiye'deki öldürme olaylarının yarısını oluşturan 'namus' cinayetlerine ilişkin tartışmaları yeniden başlattı.”

HAARETZ: “OTOPSİ SONUCU KANI DONDURUYOR”-
“Otopsi sonucu, kanı donduruyor. Adını açıklanmasını istemeyen bir uzman, 'bulgularımıza göre, kız gömüldüğünde canlı ve şuuru tamamen açıktı' dedi.”

TELEGRAPH: “ÖLDÜRMEDEN DEFALARCA İHBAR ETMEYE ÇALIŞTI”-
“Türkiye'de 16 yaşındaki bir kız, genç erkeklerle konuştu diye ceza olarak akrabalarca canlı gömüldü. Medine, öldürülmeden önce defalarca babası ve büyük babası tarafından dövüldüğünü polise ihbar etmeye çalıştığı da ortaya çıktı.”

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21653927.asp