29 Şubat 2012 Çarşamba

"Handokoka çe Mora"*

                                                                             Altuna Mamika'nın anısına saygıyla

Annem her zamanki hantal yürüyüşünden bir anda sıyrılıp patika yolun aşağısına, göz gözü görmeyen sisin içinden, dikenlerin arasına daldı. Benim yorgunluk sızıldanışlarım onu kaçırdı diye düşünmüştüm. Annem, şimdiki aklımla baktığımda çocuk avutmaktan sıkılan biriydi. Ama bazı çocuk yanlarıyla da oldukça eğlenceliydi. Yayla yolundaydık. Sıkı bir yürüyüşle beş saat sürüyordu yayla köyden. Henüz araba yolu yoktu şimdiki gibi. Sekiz dokuz yaşlarında bir çocuk için dayanılmaz yorucuydu bu tırmanış.

Önce çişini mi yapacak acaba diye geçirmiştim aklımdan. Sonra da görüş mesafesini iki metreye indiren sisin içinde bir ürküntüyle seslenmiştim. “Anne, anneeee!” diye bağırırken bir yandan da köydeki çocukların anneme “anne” dediğim için benimle alay ettikleri aklıma gelmişti birden, susmuştum sonra. Ortalıkta in cin top oynuyordu, hatta bu siste onların bile oyunlarını iptal etmiş olmaları gerekirdi. Bense birilerine alay konusu olurum diye, popomda soğuğunu hâlâ duyumsadığım bir kayaya dayanıp sessizce beklemeye koyulmuştum. Nasıl olsa çıkar gelirdi annem sisin içinden.

Sis yüzüme değdikçe demliğin kapağı gibi damlalar birikiyor, durup durup yenimle siliniyordum. Giysilerim ağırlaşmış, annemin aldığı, adına yazlık denen plastik pabuçların içindeki ayaklarım vıcık vıcık olmuştu. Ter ve nem karışmış, dinlendikçe ayaklarım soğumaya başlamıştı. Annemin giydirmek istediği pamuklu çorapları reddedip ponponlu beyaz çoraplarımı giydiğim için çoktan pişman olmuştum. Ama bu çoraplar beyaz yazlıklarla çok güzel oluyordu. Pötikareli eteğimin altına da gidiyordu. Annem bazen çok inatçı olurdu. İçime temmuz sıcağında kollu fanila ve uzun don giydirmişti. Sis bastırınca yanına aldığı kırmızı hırkamı giydirdiğinde gerçi hiç direnmemiştim. Ama yine de hoşnut olduğumu anlamasını istememiştim, onun haklı çıkması misket oyununda iki misket birden kaybetmek gibiydi.

Bir yandan da yayla nasıl bir şey diye merakım iyice kabarmaktaydı. Yaylada annemin “Mamika” dediği babaannesi vardı. Mamika’yı tanıyordum az çok, önceki tatillerin birinde görmüş olmalıydım. Bana göre o kadar yaşlı bir kadındı ki yayla yolunu nasıl çıkmıştı aklım bir türlü almıyordu. Hele bundan sonra iki saatlik yol olduğunu ve bittiğimi düşünürken bu Mamika’nın olağanüstü yetenekleri olduğuna çoktan karar vermiştim.

Korku sisin çöküşü gibi ani bir hızla çöreklendi ellerime, kollarıma bir ünleyişle: “İiii hiii! huuuuu huuu!” gibi bir kadın çığlığı sisi yarıp önümde patladı sanki. Annem de yok hâlâ! İnsan sesi beni sakinleştireceğine iyice tedirgin etmişti. Boğazım kurumuştu. Yüreğim o gün, o an yerini terk etmezse bir daha etmeyecekti, bundan adım gibi emindim.

Annem sisin içinden çok sevdiği o kırmızı yeleğiyle gittiği yerin tam tersi bir yönden doğuvermişti. Elinde kocaman bir yaprakla, şimdiki gözlerimle tropik bir ağacın yaprağıymış gibi gepegenişti. İçinde kırmızımsı ahududu ve siyah böğürtlenler, burnumun altına uzatıvermişti. Ölesiye korktuğumu anlamış ama sarılıp sakinleştireceğine önüme meyve uzatmıştı. “E kayisane e foveses?”** diye sormuştu sonunda Rumca. “Yok” dedim. Ben çok cesurdum, öyle kandırırlardı beni çocukken. Özellikle annem. Babasız çocuk yetiştirmek kolay değildi. O halde erkek gibi yetiştiriyordu beni. Yani cesur, yani dürüst, yani yani…

Bu ünleyişler bir haberleşme yöntemiydi siste. Dere şırıltısının eksik olmadığı, sesin yayılmasına izin vermeyen engebelerde Güneydoğu’nun zılgıtına benzer bir seslenişti işte. Annem beni yine şaşırtmış, o da bu ünleyişe biraz daha farklı bir şekilde yanıt vermişti. Göz gözü görmezken, “Fahriye ile Elmas da yoldalar, onlar da yaylaya gidiyorlar.” demişti de bön bön bakmıştım. Annemden bu kadar beceriklice bir davranış beklememiştim. Annem mektuplarını bana yazdırır, kentte adresleri bana sordururdu. Bazen bildiği bir fiyatı bile bana yeniden okutturur, bu yüzden satıcıların önünde utandırırdı. Onun benim gibi kentte büyüdüğünü sanırdım herhalde. Bu kendine güvenen hali, bu dağ başında kaşla göz arasında meyve bulan komando edası bana çok yabancı gelmişti. Bildiğim tek şey bu annem daha eğlenceliydi. Toprağın altında su damarını bulmuş çöldeki ağaç örneği birden yeşermişti annem.

“Aaa! Anne, ne bunlar? Hem de yıkamışsın.” demiştim çığlıklar susup haberleşme tamamlanınca. Annem, “ Handokokas çe mora” demişti. “Böğürtlen ve ahududu” olduklarını yıllar sonra öğrenmiştim. “Yıkamadım, sisin çiyi o.” diye eklemişti sonra Türkçe. O öyle dese de ben üzerindeki damlacıklardan yemin edebilirdim yıkanmış olduklarına. Hoş, yıkanmamış olsalar da yiyecektim ya neyse…

Sırtına bir iple bağladığı lacivert ve mavi tonlarında çizgili, içinde azığımızın olduğu pazar çantasını bir hamlede indirmiş; ekmek, tereyağı, peyniri eski gazete kâğıdının (benim okuma merakım bu gazeteler yüzündendir) üstüne yerleştirivermişti. Ben annemin hediyesinden çok etkilenmiştim; önce koyu renkli olanı, yani handokokalarımı tatmıştım. Çok güzel tatlılığı ağır basan bir mayhoşlukta idiler. Morlar daha ekşiceydi. Ama annem çok tatlıydı. Eski kalın hırkalara palan derdi annem ve hep yanında bulundurduğu bir tanesini yere serip bana “Yat biraz, Fahriye ile Elmas bize yetişene kadar.” demişti. Uyuduğuma hâlâ inanamam. Annem kendi peştemalını da bana örtmüştü; ancak uyandığımda fark etmiştim.

Cıvı cıvıl, yarı Türkçe yarı Rumca konuşan kadın sesleriyle uyandım. Şakalaşmaları güzeldi; ama benim şehir çocuğu olduğumu bana hissettiren konuşmaları için için kızdırmıştı beni. Annemden genç bu iki kadınla geri kalan yayla yolunun çoğunu bir hamlede çıkmıştık.

Sis artık bir deniz gibi iki dağın arasında kalmıştı. Buhar banyosundan sonra güneş banyosuna çıkmak gibiydi yürüyüşümüz. İlk önce ısındığım için hoşuma giden güneş artık gözlerimi acıtıyordu. Aklım aşağıda kalan sis denizinde, yukarı yürümek zorundaydım. Sanki atsam kendimi bu bulutumsu şeyin üstüne, üstünde durabilecekmişim gibi gelmişti, kılıfı olmayan pamuk bir döşekteki gibi. Anneme böyle bir şey söylemişim sanırım. Bu bir gaftı elbet, her şeyi alay konusu yapabilen yol arkadaşlarımıza karşı. Kadınlar bunu da fark edip kıkırdamışlardı. Onca yolun yorgunluğu hiç mi etkilememişti onları?

Bir oyunun son perdesinde, nefesler tutulmuş, final sözlerini söyleyecek oyuncuyu görme arzusu gibiydi, son beş yüz metrelik yaylanın en yokuş yerini tırmanmamı sağlayan: Mamika. Bizi görünce sevincinden ağlamıştı o da. Bana bakıp bakıp annemle gurur duyduğunu anımsatan şeyler söylüyordu. Annemin idolüydü anlıyorum şimdi. Bunca medyatik kimliğin olmadığı dönemlerde insanlar çevrelerindeki insanlara öykünürlermiş besbelli.

Yere paraleldi Mamika’nın üst bedeni. Tanıdığımda öyleydi ve hiç dik durduğunu görmedim. Onun için o beyaz örtünün altındakinin Mamika olduğuna hiç inanmadım. Oğlum sekiz aylıktı biz o örtünün altındaki dümdüz bedenin siluetine bakarken ve oğlum Mamika’nın kaşlarıyla bana gülümserken anlıyorum ve inanıyorum ölmediğine yeniden, yeniden.

Mamika’m, Mamika’m! Bana, İsviçre çikolatalarına bile burun kıvırırken “kesme şeker” veren Mamika’m. Çünkü eve gelen çocuk boş gönderilmezmiş değil mi, Mamika’m? Kurtuluş Savaşında Ruslardan danasını zorlukla kaçıran Mamika’m. Bu korkusunu dişsiz, buruşuk ağzıyla anlatırken on dört yaşında bir genç kız oluveren kara Mamika’m.

Otuz beşinde dul kalmış, altı çocuk büyütmüştü. Tek kız çocuğu erken ölünce, Mamika annemi, ilk torununu yani, kızıymışçasına bağrına basmıştı. Annem en çok da onun yanında mutlu ve güvenliydi. O yayla yolu onun için öyle güzelleşmişti. Annem Mamika’nın ona bellettiği dikenlerin arasından bana gösteremediği sevgisini toplamıştı bir bir.
Bana böğürtlen demeyin, ahududu demeyin! Annem oluveriyorlar birden! En çok da Mamika! Zaten oralardakiler gibi sisten yıkanmış da değiller!… Yemiyorum işte…

İzmir
28.12. 2009

* Böğürtlen ve Ahududu (“Handokoka”daki “h” Arapçadaki hırıltılı h gibi okunur.)
**“Ünlediler, korktun mu?” (“Foveses”teki ilk “s” peltek s’dir.)
KIYI KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT Dergisinde yayımlanmıştır...

Cücük Şubat

Ben oldum olası Şubat’ı severim. Şubatta evlendim örneğin. Hâlâ da evliyim o kişiyle. Şubat’a sevgililer gününü koymuşlar. Hiç kutlamasak da eşimle, güzeldir sonuçta. Sürprizlidir Şubat.

Bilinen bir şey olsa da, her seferinde yirmi sekiz gün bizi şaşalatır. Hele hele yirmi dokuz olunca dört yılda bir yine şaşar ve hep o günde doğanlarla ilgili o meşhur espiri yapılır. Onlar dört yılda bir yaş alırlar ve bizi gençlikleriyle kıskandırırlar.

Kediler Şubat’ta miyavlamaya başlar. Mart’ın adı çıkmış. İzmir’de Şubat dedi mi, geceleri kedi sesinden uyumak istiyorsan kulaklık edinmelisin.

Ben bayılırım Şubat’a . Umuttur Şubat. Kısalığı, kısa tutuluşu zaten, umutla baharı bekleyenleri, bir an önce ona kavuşturmak içindir. Belki değildir ama benim böyle bir hüsn-ü kuruntum vardır.

Ben hep Şubat’ı tek geçerim. Günler uzamıştır artık dikkatli bünyelerle fark edilecek kadar az ama güneşli günlerde nazlı nazlı batmaya başlayan güneşten ısınabilecek kadar çok.

Şubat olmasa ne yapardım? Sanki Şubat fakirlere aş, işsizlere iş, savaşlara barış getirecek gibi gelir. Avutur beni Şubat. Baharın habercisidir ya. Sanki bu baharda daha bir insanlıklı olacakmış gibi gelir insanlık. Hayvanlar çoğunlukla gebedir. Gebelik yeni candır. Umut canlarda değil midir?

Ben Şubat’tan vazgeçemem. Sanki Şubat’ın bilmem kaçında İsrail vandallığından vazgeçecektir. ABD “Hay Allah, size yarattığım rahatsızlıktan dolayı özür dilerim” deyip tıpış tıpış çekilecektir Irak’tan, yarattığı yıkımı tazmin edip. Kıbrıs sorunu artık Şubat’ta son kez müzakere edilecek ve tatlıya bağlanacaktır.

Şubat kısa, acele etmek lazım. Hızla ve art niyetsiz Kürt meselesini kökten çözmek gerek. Dağdakiler ellerinde dağ çiçekleriyle kentlere inecekler. Kentlerdekiler onlara sofralar kuracaklar ve barış içinde yemekler yenecek. Artık kardeş toplumlar silah doğrultmayacak birbirlerine. Şubat’ta olur bunlar ancak, biliyorum.

Bekleyiştir Şubat. Gelsin diye, daha Ocak’ın ortasında yazı yazdırır bana. Zaten beklerken daha umutlu değil miyizdir? Godot’yu Beklerken yapıtındaki gibi bu bekleyiş ve umuttur Şubat’ı güzelleştiren. Geldiğinde benim hayalimdeki o kahraman olmasa da…

Bezginlik de saklıdır Şubat’ta ama bu bezginlik kışın, soğuğun, acının bezginliğidir. Bunun üzerine kim daha iyi günler hayal etmez ki?...

Sevinçli bir karnedir Şubat. Benim çocukluğum için iyi notlar, övgüler ve uzunca bir dinlenme molasıdır. Harçlıklar aileden ve yakınlardandır.

Bekliyorum seni Şubat, n’olur bu kez daha bir gürül gürül gel! Hızlı ama verimli geç. Şöyle yanan tüm yüreklere bir su serp. Beni hayal kırıklığına uğratma. Unutma, sen benim kahramanımsın.
İzmir, 18.01.09

Not: Şubat'a o kadar bel bağladım; gel gör ki güvendiğim dağlara kar yağdı, demin camdan gördüm.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Anayasa Baklavası; Dikkat Bozabilir!

Anayasa denince aklıma Kenan Evren gelir ilk. Yani kafamdaki yerleşik çağrışımlar hiç de parlak değildir. Kendini anayasaya kefil gösterip cumhurbaşkanı olmuştur "netekim". Çocuk aklımla bile bunun bir dolambaçlı yol olduğunu, dürüstçe olmadığını anlamıştım. Zorla kendini seçtiren bir Cumhurbaşkanı yani. Çocuk oyunlarımızda bile biz daha adildik ebe seçerken...

Yıllar yılları kovaladı üniversitede bu anayasa dedikleri yine karşıma çıktı. Anayasa Hukukuna Giriş ve paralelinde Temel Hak ve Özgürlükler dersleri bölümümüzün sacayaklarındandı. Her iki derse de Prof. Atilla Özer adlı şahıs giriyordu. Kendisi 82 Anayasasının mutfağından geliyordu. Anayasa Hukuku madde ezberine dayandığından o dersi kolayca geçmiştim. Yüksek notlarım olmasa da... Gelin görün ki Temel Hak ve Özgürlükler dersi o kadar ucuz değildi, anayasanın bir bölümüydü aslında ama... Hele temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması konusu çok komplikeydi. Yani bana göre çok basitti ama dersin hocası ve kendisinin yılmaz takipçilerine göre bu özgürlükler milliyetlere göre sınırlandırılabilirdi. Hayır şaka yapmıyorum. Temel hak ve özgürlükler "milliyetlere" göre sınırlandırılabilirdi. Yani örneğin Türklere göre başka, Fransızlara göre başkaydı bu temel kurallar. Ben o zamanlarda aynı ucu gevşek beyne sahip olduğumdan şiddetle bunun tersini savundum ve hocam haklı(!) olarak bana verebileceği en düşük not olan 05'i yapıştırmıştı. Ellerine sağlık. Bu notu onur ödülü gibi taşırım hâlâ.

Derslerini anlatırken hocamızın kullandığı olağanüstü bilimsel gerekçelerle sarhoş olurduk. Bunlardan biri; 61 anayasası bol geldi, tıpkı bol gelen giysilerimizi daraltmaya terziye götürdüğümüz gibi anayasayı da daralttık idi. Gerekçelere bunları yazsalardı aslında daha eğlenceli olurdu ama anımsıyorum; anayasa maddelerinin gerekçelerinde çok kasmışlar, hukuk dili kullanmaya özen göstermişlerdi.

Asıl diğer gerekçe daha mide bulandırıcı olduğundan ben 61 Anayasasının müshil etkisi olduğunu düşünmüştüm(!); baklava yemeyi bilmeyen birine baklava verirseniz, çok yer, midesini bozar demişti hocamız. Baklava ile temel hak ve özgürlükleri kastettiğini belirtmeye gerek yok sanırım. İşte Türkiye tam da bundan mustarip imiş. Ne yapmışlar? Hemen baklavayı bizim iyiliğimiz için kendileri mi yemişler acaba? Aklım o baklavada kaldı şimdi! Nasıl yazacağım?


Pes etmedim yıllarca, baklava, savaşım oldu. Sınavda yorumlayınız diye soru yazdırıp sonra kendi doğrultusunda yanıt vermeyen öğrenciye not vermeyen hocanın istediği şekilde sınav kâğıdı vermedim. Kredili sistemimiz olmasından yararlanarak dersi almadım yıllarca. Ne zaman ki evrakta sahtecilik suçlamasıyla (Tansu Çiller'in hukuk danışmanı olmuştu sanırım) hocayı süklüm püklüm, adeta aşırı baklava yemiş gibi bir halde televizyonda gördüm, ders aklıma geldi ve tekrar aldım. Böyle tuzak sorular olmayınca geçtim haliyle. Ama ilk sınavda benim gibi yanıt veren bazı arkadaşların idari mahkemeye başvurdukları ve kazandıklarını öğrenmiştim. Çok üzüldüm kendi adıma; fakülteden ailevi nedenlerle uzak olduğum ve böyle bir davaya kendim girişmediğim için.

Aradan yıllar geçti. 82 Anayasasının mutfağında yer alan Atilla Özer'in de etkisinden midir bilmem, hiç ısınamadığım bu anayasanın değişmesi gündemde ve ben canı gönülden sivil bir anayasa istiyorum. Bu sefer bize Sosyal Bilimlerde Yöntem dersine gelen, birikimine ve bize kattığı bakış açısıyla kendisine saygı duyduğumuz Prof. Levent Köker anayasanın mutfak ekibindeymiş diye duyumlar aldım. Umudum pekişti haliyle...

Uluslar arası hukuka uygun, insan haklarına saygılı, kültürel zenginliklere sırtını çevirmeyen, ekonomik ve sosyal adaletin sağlanmasına kılavuzluk edecek, üçüncü nesil hakları (çevre hakkı, hayvan hakları, böyle adlandırılıyordu sanırım...) gözetecek, birey haklarına saygılı, milliyetlere göre sınırlandırılmamış temel hak ve özgürlükleri tanıyan bir anayasadır dileğim.
Kendimiz ve çocuklarımız için...

------------------------------------------------------------------------------------------------------------
http://www.bizsizanayasaolmaz.org/
http://www.stgm.org.tr/tr

Anneler Günü

KADINLARDAN ANNELER GÜNÜ-1

Anneler Günü Kimin, Kim Kime Neden Hediye Etmiş?

Anneler gününde, "köle" gibi çalışan anneme nitelikli "köle" olsun diye herhalde, el süpürgesi, ütü, mikser almamı istiyor benden birileri. Boşuna uğraşmasınlar annemin bana hizmet etmesini beklemem...
İzmir - BİA Haber Merkezi
12 Mayıs 2008, Pazartesi
Kendi sorularımı kendim yanıtlar mıyım? Eh, öyle olmak zorunda. Anam bir şekilde bekler kutlamamı. Arkadaşlarımın anne olsun olmasın bir şekilde anneler gününü kutlarım. İnanarak mı? Pek sayılmaz. Toplumsal baskı var, öyle ya da böyle.
Ya o medya insafsızı yok mu, o medya insafsızı, o da karar vermiş herkese "Kanlı Elmas"larından bir tane satacak. Her kanal ama her kanalda "küçük bir hediye almadınız mı annenize" şeklinde, sinir bozan bir reklam dönüyor. Taksit mi yapmıyorlar, ötelemeli mi satmıyorlar, artı taksit mi yapmıyorlar, takla mı atmıyorlar  o "küçük bir hediye" için, mutlaka görmüşsünüzdür. Küçük hediyenin en uygunu bir memur maaşından pahalı yalnız söylemiş olayım.
Sorularımın yanıtını aslında medya veriyor ama ben kuşkularımı ispatlamakla yükümlüyüm. Devam...
Bir de küçük ev eşyası diye bir hediye türü var ki.!? Onun mantığını hiç anlamadım. Anneler gününde, "köle" gibi çalışan anneme nitelikli ve makineleşmiş "köle" olsun diye herhalde, el süpürgesi, mutfak robotu, ütü, mikser gibi küçük ev eşyaları almamı da istiyor benden birileri. O birilerinin anneleri onlara daha çok yemek, daha temiz bir ev sunsun diye herhalde.
Boşuna uğraşıyorlar ben annemin bu eşyalarla bana hizmet etmesini beklemem. Anneme işlerinde yardımcı olurum. Gerekirse de, ne gerekiyorsa alırım anneme. Zamanını ben belirlerim. Ne medya, ne kıt beyinli tüketici güruhu!
Esas soruyu yanıtlayamadım. Bilmiyorum. Kim kime neden bu günü hediye etmiş? Bana ne? Çok da merak etmiyorum. Siz merak ediyorsanız, araştırın. Her şeyi yazardan beklemeyin.
Şimdi annemi arayayım.
Bekler, ama anneler günü olduğu için değil, her pazar aradığım ve halini hatırını sorduğum için.
Dahası onun sıkıntılarını dinlemek için. Sadece dinlemek.
Çözüm bile bulamadığım sıkıntılarını bana anlatmaktan mutlu olduğu için. Ona telefonda dahi olsa zaman ayırdığımı bilmenin verdiği mutluluk için. Canının parçasının kopmadığını anlaması için. (HT/NZ)

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&Date=06.05.2010&ArticleID=995323
Linkte Necmiye Alpay bu yazıdan söz etmiştir: Bana yazmam  için cesaret veren değerli insanlardan biridir kendisi...

Ev Hanımı İstihdamın Neresine Düşer Ustam?

HANİFE TÜRKSEVEN'DEN

"Ev Hanımı" İstihdamın Neresine Düşer Ustam?

"Ev hanımı" sihirli bir sözdür. Erkek egemen sistemin çok sevdiği, kadın olmakla özdeş bir tanımlamadır aslında. Hiç ev işi yapmamış olsan da bütün ev ellerinden geçse de aynı statüye sahipsin: Ev hanımı.
İzmir - BİA Haber Merkezi
26 Haziran 2010, Cumartesi
Ev hanımı: Belirtisiz ad tamlaması. Evde yaşayan hanım, kadın anlamında herhalde. Yalnız, kadın sözcüğü emekçiyi, hanım ise emekçinin patronunu çağrıştırıyor, en azından bana. Yani hanım sözcüğünü kadına çevirmeye çalışan feminist arkadaşlarım işin esprisini bozuyorlar. Bir kadının hizmet sektörünün karşılıksız tek çalışanı olarak "hanım"lıkla payelendirilmesi belki de onu rahatlatan bir şeydir, kim bilir?
Eğitimini ilkokulla sonlandırmış, ev işlerini ve evlilik kurumunu geleceğinin temel taşı olarak gören (görmek zorunda bırakılan mı demeli?) kadın tipine ev hanımı demek en sadeleştirilmiş tanım herhalde.
Ancak neresinden tutarsanız tutun bu tanımlamalar insanın elinde kalıveriyor. Fabrikada işçi, tarlada rençper kadın, ev hanımı mıdır? Öyledir. Üniversitelerin afili bölümlerinde okumuş, çocuklarını büyütmekle meşgul, elan çalışmayan veya dışarıda çalışmak için kendini paralaması gereken kadın da ev hanımı mıdır? Öyledir. Eee?
Kısacası "ev hanımı" sihirli bir sözdür. Erkek egemen sistemin çok sevdiği, kadın olmakla özdeş bir tanımlamadır aslında. Hiç ev işi yapmamış olsan da bütün ev ellerinden geçse de aynı statüye sahipsin: Ev hanımı.
Size bir anımı anlatayım. Konu aslında çok ağır, biraz hafifleyelim. Bir gün evdeyim ve en ağırından ev işleriyle meşgulüm. Üzerimde lime lime olmuş giysiler. Belki bahara hazırlık ritüelleriydi, tam anımsamıyorum. Yorgunluğum aklımda sadece. Neyse kapı çalındı. Toycana bir delikanlı: "Evin hanımıyla mı görüşüyorum?"
"Yoh, ben demüzlükçüyüm" deyiverdim. Kapıyı çarptım yüzüne, katıla katıla güldüm. Kendime, çocuğa öğretilen pazarlama taktiğinin işe yaramayışına, ev hanımlığının hizmetçilik olduğu gerçeğine...
Aslında yer yer kadın için ev hanımlığı can simidi gibidir. İşsiz kadın yoktur örneğin, işi hazırdır: Ev hanımı. Oysa erkekler öyle mi? Ev erkeği diye bir meslek hanesi mi var?

Gizli işsizlik mi, sokak hanımlığı mı?

Ev hanımlığı ne yazık ki belli bir mesleki eğitimden geçmiş kadın için işsizliğin öteki adıdır. Hatta daha ileri gidiyorum, ileri bir eğitim alıp örneğin garsonluk yapmak bile bir tür işsizliktir.
Bize iktisatta işsizlik konusu öğretilirken, çeşitli işsizlik türleri gösterilmişti: "Gizli işsizlik" diye bir şey vardı anımsadığım kadarıyla. Sanırım yetenek, beceri ve eğitim kapasitesinin altında kalan bir işte çalışmak bu gruba giriyordu.
Hele hele kazancın işinin gerektirdiği giyim kuşamı ve yol giderlerini ancak karşılıyorsa bu işe ne denebilir ki? Belki buna da "sokak hanımlığı" diyebiliriz. Nasıl olsa onun da reel bedeli yok, tıpkı ev hanımlığındaki gibi.

İşsiz: Ev hanımı

Benim ev hanımlığıyla ilgili maceralarım bitmez. Ev işlerine yardımcı olan eşim, espriyi patlatır: "Evin hanımı bu geceyi bana ayırır, değil mi?" Yanıtım hazırdır: " Bilmem, onu kendilerine soracaksın, ben evin hizmetçisiyim."
Eşimin bu yanıtla yüzü sirkeye döner. Çünkü onun yaptığı ev işi ödüllendirilmelidir. Oysa benim yıllarca yaptığımın bir bedeli yoktur. Feminist erkeğim benim!
Yirmi yıllık evliyim. Ha, bir de ev hanımlığı evlenmekle ilintilidir. Evlilik cüzdanıyla başlar gibi düşünülebilir. Bekârsanız ev hanımı bile değilsinizdir. Vah vah mı desek, oh oh mu, bilemiyorum... Ev hanımlığı, ev işleriyle ilgili çok kafa yordum, eşimin de kafasını yordum. Bir arpa boyundan daha fazla yol aldık mı, bilmem?
Bir kuruma gidiyorum. "İşsizim" diyorum, cart diye ev hanımı yazıveriyorlar o meşhur kutucuklara.
Feministim deyip de dışarıda çalışmamak da acayip yorucu bir konu. Sanki feminist dediğin emeğini peşkeş çekecek kadar saftır bu kapitalist düzende. Ev işlerini kendim ve ailem için üstlenmem; aynı iyi niyeti kapitalist burjuvanın hizmetine sunacağım anlamına mı gelmeli?
Benim gibilere taktığım bir isim var. Önce yemeğini yapar, evini toplar sonra eylemlere katılır, yani evde hiçbir aksaklık yaşanmaz: "Uslu feminist". (BB)

Kadifekale'de 8 Mart

8 Mart'ı Kutlarken Kadifekale Bir Yumruk Gibi Oturdu Böğrüme

“Kadının İnsan Hakları İçin Uçurtma Uçuruyoruz” mailleri dolanmaya başlayınca dolu dolu bir gün geçireceğimizi ve çocuk kadınlar olarak kadınlığımızın öncesine döneceğimizi düşünmüştüm. Uçurtma uçuramıyoruz. Omzumda “Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı” dönüyoruz, güvenli kentimize(!).
İzmir - BİA Haber Merkezi
08 Mart 2009, Pazar
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumunun düzenlediği uçurtma şenliğine dün katılacağım için çok sevinçliydim.
Çocukluğumdan beri hiç uçurtma uçurmamıştım.
“Kadının İnsan Hakları İçin Uçurtma Uçuruyoruz” mailleri dolanmaya başlayınca dolu dolu bir gün geçireceğimizi ve çocuk kadınlar olarak kadınlığımızın öncesine döneceğimizi düşünmüştüm.
Sabah Konak Belediyesinin bir etkinliğine, oradan da belediyemizin aracıyla saat bir civarı Kadifekale’ye doğru yol almaya başladık.
Ben daha önce hiç Kadifekale’yi görmemişim. Sadece televizyonda bir belgeselde rastlamıştım.
Kırık dökük bazı söylentiler var beynimde. İşte, oralar Mardinlilerin gettosuymuş. İzmir içinde köy gibiymiş falan.
Ankara’dan İzmir’e gelmiş biri olarak, hani İzmir’in merkezinin bile öyle çok tasarlanmış bir mimari yapısı olmadığını bildiğimden pek de inandırıcı bulmuyorum bu lafları.
Benim oturduğum evin balkonundan şahane bir deniz manzarasına eşlik eden korkunç beton yığını bir görüntü varken, Kadifekale de çok kötü olamazdı.
Önce yolumuz üzerindeki bir mahalle ağzımızı açık bırakıyor. Ben, pazar var herhalde, diyorum. Ama sırf orta yaş ve üzeri erkek var.
Kadınlar pazara gitmiyor mu? “Yok”, diyorlar, “burası hep böyle, pazar yok”.
Kahvelerde oturmuş adamlar. Kaygısızmış gibi bir sessizlikle bakıyorlar etraflarına. Bir arkadaşım da cenaze var diye düşünmüş hani o kadar erkek bir arada olunca. “Yok, o da değil” diyorlar.
Minibüsümüz ilerledikçe tandırları görüyoruz. Harbiden doğudaki gibi tandır başında ekmek pişiren kadınlar. Onlara yardım eden köylü kızlar. Henüz sesleri yok, minibüsün camından izliyoruz. Birimiz atılıyor.
Yönetime adaylardan biri. “ Ben de bunu anlamıyorum. Köyü buraya taşımışlar. O zaman burada(kentte) yaşamalarının ne anlamı var?”
Atılıyorum hemen. “Bari sen yapma” diyorum.” İçim kanıyor. İzmir’in bir kesiminin klişe lafları vardır böyle konularla ilgili.
Aynını böyle birinden duymak tedirgin ediyor beni. Bu manzara değil, minibüsün içindeki düşünce manzarası batmaya başlıyor bana.
Bir şeyler geveliyorum. “ İsteyerek mi yapıyorlar bunu. İsteyerek mi göçmüşler acaba? Evde elektrikli turbo fırın var, son zamanların kepekli özel unları var, bir de eğitimini mutfak üzerine almış mı bu kadınlar da, sırf otantik olsun diye tandır kullanıyorlar?”
Bir kısmını söylüyorum. Bir kısmını yutuyorum belki. Kahroluyorum ama…
Sonunda Kadifekale’nin en tepe noktasındaki açık alana geliyoruz. Bir sürü çocuk. Ben seviniyorum, tabii, uçurtma olur da çocuk olmaz mı?
Minibüsten “ Aa, kimse gelmemiş SHÇEK’ten herhalde, sırf çocuk dolu burası” sesleri yükseliyor.
Bense SHÇEK denince “çocuk” anlıyorum daha çok. Ama bu çocuklar başka, kurumdan gelen birkaç çocuk ve Tülay Aktaş Toplum Merkezi kadınları haricindekiler, bu mahallenin çocukları.
Yani bu boş alan onların. Dolaşıyorlar ayaklar altında. Bekliyorlar bir şeyler dağıtılmasını. “Sadaka kültürünün etkisi” diyorum içimden. Başlarını okşayamıyorum. İletişim yeteneğim kayboluyor birden.

Rüzgar öyle şiddetli ki bu arada, bir şeyler konuşmaya çalışan kürsüdeki görevlinin ne dediği anlaşılmıyor.
Çocuklar kürsüye doğru hamle üstüne hamle yapıyor. Organizasyonun fikir anası Türkan Bakır (Sosyal Hizmet Uzmanı) çocukları tatlı dille uyarıyor, bütün mesleki yeteneklerini kullanıyor ama boşuna…
Ben buarada kopuyorum yavaş yavaş. Uzaklaşıyorum asıl Kadifekale’ye doğru. Tepenin eteklerine doğru bakabileceğim bir yere gidiyorum. Hava nasıl puslu, ha ağladı ha ağlayacak varoşun kalbindeki bu alana.
Yine beş on tandır, kimi kilimlerle, muşambalarla kapalı. Kimi faaliyette. Başlarında kadınlar, kızları ekmek pişiriyorlar. Konuşuyorlar aralarında ama ürkekçe, anlamıyorum. Kürtçe? Zazaca?  Bakışlarımız bir türlü buluşmuyor. Temkinliler bana karşı. Ben de tutuğum. Utanıyorum onlardan. Belki onlar hakkında düşünülenleri bildiğimi gizliyorum böylece, onlardan ve kendimden. Bakınıyorum onlar gibi sessiz ve umarsız. Gecekondulardan da acınası bir mimari var buralarda. Ankara Mamak, eşimin görev yeriydi ve nedense bana şirin gelirdi o gecekondular.
Bahçelerinde mutlak bir ağaç olurdu. Mutlaka köyü anımsatan sıcak bir şeyler. Tarhana kokuluydu oralar. Burasını anlamlandıramıyorum bir türlü.
İzmir hiç görmediğim kadar sisli bugün. Olsun, diyorum kendime. Bu kahra günlük güneşlik bir hava yakışmazdı zati. Kentlere küs, onurlu köylü kadın anneannem geliyor aklıma. Yine bir damla gözyaşı ve onun duru düşünce dünyasının yüceliğini anma…
Uçurtma uçuramıyoruz. Alabora oluyor planlar. Benim gibi birkaç kişinin yüzünde aynı kahır. Çocuklar minibüsümüzü tekmeliyor, taşlıyor istedikleri olmayınca. ‘Terörist’ diye yaftalanıyorlar birilerince. Omzumda “Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı” dönüyoruz, güvenli kentimize(!).
Ha unutmadan, biz Kadınlar Gününü kutlamıştık değil mi? (HT/EZÖ)

Anadilim, Bambolika, Şerah

HANİFE TÜRKSEVEN'DEN

Anadilim, Bambolika, Şerah

Nostalji bizim oraların nemi gibi iliklerimize mi işliyor bilmem; ama "Benden sonraki kuşaklarda Pontus Rumcası yaşayacak mı?" sorusunun yanıtını duymak bile istemiyorum. Bende de çeyiz sandığındaki fildikoz keşan kadar işlevi var.
İzmir - BİA Haber Merkezi
13 Nisan 2010, Salı
Bir camın ardından on sekiz yaşın o en güzel, o en çılgın halleriyle poz vermiş.  İki elinin avuç içlerini cama dayamış, parmaklar iyice açılmış.
Bu "Ben dostum." demekmiş beden diline göre. Acaba biliyor mu bunu? Sanmam, sadece poz vermiş olabilir; gülen gözleri ele veriyor doğallığını. Gözlerimle emiyorum görüntüyü ve kazıyorum beynime. Oğlumun ilk koyu aşkı bu: Bambolika. Adı bu değil; ama ben öyle diyorum. Çünkü bana uğurböceğini çağrıştırıyor.
Beni çok etkileyen bir şeyler olunca anadilim hortluyor. Anadilimi doğru dürüst konuşamazdım eskiden -şimdi hiç konuşamıyorum- bu yüzden annemler kırık konuşmalarımı taklit ederlerdi. Buna rağmen önemli kişiler, kavramlar, bilmediğim bir program yüzünden, Pontus Rumcasına  dönüştürülüyor beynimin arşiv dosyalarında. Ben de şaşırıyorum!
Sanki ben hep bu dile ve bunun etrafında dönen kültüre yadırgıydım. Türkçem ise hep kusursuzdu. Kimse Karadenizli olduğumu dilimden anlayamazdı. Bunu bir övünç kaynağı olarak algılar, şiveli konuşmayı neredeyse bir suç gibi görürdüm. Herkes konuştuğu dilin hakkını vermeliydi. Nece konuşuyorsa onu en kusursuz haliyle konuşmalıydı. Konuşamıyorsa susmalıydı. Bunlar benim, Bambolika'nın yaşlarındayken şiddetle savunduğum törpülenmemiş görüşlerimdi.
Yıllar yılları kovaladı. İsviçrelileri tanıdım: Basel Almancasını anladım; ama asla konuşmadım, denemedim bile, Hochdeutsch(*) kullandım hep.  Dört dilli bir ülkenin de bütünlük içinde yaşayabileceğini gördüm. En önemlisi şivenin de bir gerçeklik olduğunu ayrımsadım Avrupa'da. Sonra Kürtleri tanıdım. Dillerini, kültürlerini yok olmaktan nasıl kurtarmak istediklerini gördüm. Bizim oralarda sessizce kabullenilen o yok oluşları kabullenmek istemiyorlardı. Aslında, baktığımda bizimkilerin de değiştirilen yer adlarının yenilerini, hâlâ kullanmaya hevesli olmadıklarını görüyorum. Ancak resmî işlemlerde, evraklarda karışıyor işler. Annem için Uzungöl hâlâ Şerah'tır; dünya nasıl bilirse bilsin, nasıl tanırsa tanısın! Peki ya benim için?
Açıkça görülüyor ki bende kırılma başlıyor ve benden sonraki kuşaklarda işler ne minvalde yürür, ciddi endişeler duymaya başladım. Yaşımız ilerledikçe muhafazakârlaşıyor muyuz, nedir bu endişe? Nostalji bizim oraların nemi gibi iliklerimize mi işliyor bilmem; ama "Benden sonraki kuşaklarda Pontus Rumcası yaşayacak mı?" sorusunun yanıtını duymak bile istemiyorum. Bende de çeyiz sandığındaki fildikoz(**) keşan kadar işlevi var. Yenilerde neden yaşasın ki? Yeni kuşaklar onu nostaljik bir Sürmene bıçağı gibi duvara mı asacaklar? Yani işlevselliği yok olunca elbette kaybolacaktır. Ne yazık ki!
Sanki bazı hatalar yapılmış gibi. Bazı zenginliklerden vazgeçilmiş, vazgeçirilmişiz gibi. Sıkılıyorum kendimden, düşüncelerimden. O halde doğru şeyler yazıyorsun kızım deyip kendimi gaza getirmeye çalışıyorum. Ama olmuyor, yazamıyorum... Boğazıma bir kusur (mısırın koçanı, s peltek okunur) takılıyor sanki.(HT/EÜ)

http://bianet.org/bianet/bianet/121298-anadilim-bambolika-serah

____________________
*hoch Deutsch: (Sözcüğü sözcüğüne) Yüksek Almanca, yani bizdeki yazı dili gibi.
**Fildikoz: Doğu Karadeniz keşanlarında klasik, en çok kullanılan desen.


Anadilimden bir şarkı örneği:

Hamsiye Methiye

Hanife Türkseven- Yağmurun Krallığında Prenses Hamsi 
KIYI kültür sanat dergisi
Yağmurun Krallığında Prenses Hamsi
Hanife Türkseven (Bambolika) 

                Memleket dendi mi herkesin aklına farklı resimler gelir. Farklı kokular, farklı tatlar ve farklı bir dokunuş yaşama.
            Gri bir gökyüzüdür benim memleketim. Yukarıda bulutları içlenmiş bebekler gibidir, gözyaşları her dem dökülmeye hazırdır. Aşağıda telaşlı insanlar, geveze ama çalışkan. Yeri geldiğinde gözünü budaktan esirgemeyen… Rengarenk tenleri ve gözleriyle küçücük bir coğrafyada bir sürü ırk bir aradadırlar. 
           Altı yaşlarında falanım. Artık anılar biriktirmeye başlamışım yani. Bir annem, bir ben amcamların babamla ortak apartmanlarının en alt katında yaşıyoruz. Benim babam Avrupa’daymış. Öyle söylüyor amcamlar, yengemler. Okula başlayacakmışım seneye, imrenerek bakıyorum sabahları camdan, amcalarımın kızları okula giderken. Sıkılıyorum onlar okuldayken ve hep ha döndüler, ha dönecekler diye camdayım, zaman kavramı yok daha haliyle. Upuzun geliyor kışın o kısacık günleri.         Böyle beklediğim bir gün kırmızı işporta arabasıyla “Hamsiiiiiiii” diye bağıran biri
dönüyor bizim sokağa. Arkasında haydut çetesini andıran kediler. Hem de pürü pak kediler ha! Öyle şimdikiler gibi kir pas içinde sokak kedileri değil. Bizim sokak çıkmaz, tertemiz; “kalaylı kazan” gibi yani. Yağmur günlük temizliğini yapmış yine sokağımıza. Toplasan otuz hane var yok oturan. Tesadüfen hiç dışarı çıkmama gerek kalmadan görebiliyorum pencerenin önünde duruveren arabanın içini, hamsiler oynuyor, evet, oynuyor! Küçücük balıklar kıpır kıpır. Çocuk yüreğim atmaya başlıyor. Öyle seviyorum hamsileri. Birden bir tanesi titreşe titreşe düşüveriyor arabadan. Bütün kediler hamsiyi kapıp kaçan sarman kılıklının peşinden gidiyorlar. Sarman olduğunu bugün gibi anımsarım, çok iriydi bence bir kediye göre. Üzülmüştüm, canlı canlı gitmişti hamsicik! 

          Kedilerin bir tane hamsi kapmalarına üzülen beni çok ağır bir tablo bekliyordu. O zamana kadar çıt çıkmayan sokakta bir uğultu oldu sanki. Camlar bire birer açıldı. “ Hamsi kaça?” ile başlayan bir soru sonrası, herkesi saran o hummalı satın alma coşkusuna bakıp kocaman mavi gözlerini iyice belerten ben. Perihan Abla “Beş kilo…” diyor adama. Titrek hamsicikler kese kağıtlarına veya evden getirilen kaplara, öyle bir telaşla dolduruluyor ki, sanki bıraksalar hamsicikler kaçıp gidecek.       “Hanifeeee” diye çığlığı basıyor annem. Korkuyorum ve siniyorum pencerenin önüne. Çıt çıkarmıyorum. Kim bilir ne yaramazlık ettim yine diye düşünüyorum, annemin hışmına uğramamak için taktik geliştiriyorum çocuk aklımla. Beni seven ama beni aynı zamanda korkutan Tülin Teyze de inmiş hamsi festivaline. Böyle diyorum çünkü ben o sokağın kış günü böyle şenlikli olduğunu daha önce hiç görmemiştim. Akıl edip camı açıyorum. “Tülin Teyze kesin bana takılır ve ben de annemde papara yemekten yırtarım” diye düşünüyorum herhalde. Tülin Teyze genç sayılabilecek bir memur emeklisi. Üç oğlu var. Hepsi esmer, “kara kuru” kendi deyimiyle. Hep beyaz tenli ve mavi gözlü bir kız çocuğu olsun istermiş. Tülin Teyze de esmer. Meğer eşi Trabzonlu, kendisi bilmediğim bir yöresindenmiş Türkiye’nin. Annem de anımsamıyor. Gerçekten takılıyor bana Tülin Teyze: “Kız, ben senin o gözlerini yolup almaz mıyım, kendi gözüme takmaz mıyım?” Ürperiyorum, beni hep böyle acayip imgelerle seviyor.
          O arada bulaşık yıkayan veya temizlik yapan annem geliyor. Benim dikkatimse artık, geride kalan ama oynayacak mecali kalmamış hamsiciklere kayıyor birden. Üzülüyorum annem seyrimi böldüğü için. Belki hamsiler gözüme hüzünlü göründükleri için. Sadece çocuk olduğum için belki…
          Derken, annem de hezeyandan nasibini alıyor. “Bana da bir kilo…” benzeri bir şeyler diyor. Bu sefer benim beynim uğulduyor. Biz de mi, diye düşünüyorum? Ben sanki hamsilerden yanaydım. Sonra annemle, annem yüzünden karşılarında olmuştuk birden. Satıcı elindeki buruşuk paraları kirli önlüğünün cebine tıkıştırıyor. Annem titiz, bozuk para veriyor, balık kokmasın diye paranın üstü. Bir Trabzon ekmeği parası… Öyle ucuzmuş hamsi! 
 Kese kağıdında bir kilo, kim bilir kaç hamsicik elden ele uzatılıyor anneme. Annem hamsiye ulaşmış olmanın rahatlığıyla alıyor keseyi mutfağa götürüyor. O yüzden seslenmiş bana meğer. “Güüüm” diye kapatıyor mutfağın yere çok yakın camını, kediler gelmesin diye.
           Son birkaç avuç hamsiyi kalabalıktan yılmış, arabaya sokulamamış kedilere atıyor satıcı. Boğula boğula yiyorlar. İlk hamsicik kadar kötü gelmiyor bu manzara bana nedense. Kalan hamsiler artık kıpırdamıyorlar, kıvranmıyorlar İspanyol rakkaseleri gibi. Ayırt edemiyorum kaç dakikada yaşandı bütün bunlar. Çocukken zamanın insana çok uzun geldiğini var sayarsak, şimdiki zaman için bir “an”da olup bitmişti her şey.
         Yine yağmur yağıyor sonra. Bomboş bir sokak… Ben yine pencerede… Annem kışın sokağa salmıyor pek. Zaten kimse de yok sokakta. Bir süre sonra annem sesleniyor: “Gel bana yardım et” diyor. Hamsiciklerin eski hallerinden eser yoktu artık. Başları gitmişti, kalan kısımları yıkamak için annem benim musluğu açmamı istemişti. Özenle kılçıklarında kan kalmayacak şekilde kuralına uygun buz gibi suyla yıkamıştı annem hamsileri. Bir saat kadar sonra, hava kararınca bütün sokak hamsi kokuyordu artık. Kimsenin kokusu kimseyi rahatsız edemezdi. Koloni gibiydi sokak. Hamsi kokardı. Karalâhana kokardı. Turşu, kavrulurdu bizde. Olmayana da ikram edilirdi zaten.
          Bir gün yolunuz Trabzon’a düşerse ve bir lokantanın camında “hamsi ve balık bulunur“ diye bir yazı görürseniz, şaşırmayın. Hamsi, balık ötesi bir şeydir bizim oralılar için. Bir totem gibidir. Hamsidir o! Kategorize edilmesine tahammül edemezler. Zaten ne dediğinizi de anlamayacaklardır, balık derseniz hamsiye. Bir şekilde onların terminolojilerine uyum sağlayacaksınızdır.-




Hamsinin Pontusça ifadesi için, dinleyin.

http://www.youtube.com/watch?v=qz4Oy1w30ZQ&list=PL4C5F8620D670A43D&index=24

26 Şubat 2012 Pazar

Bambolika'nın Mana ve Ehemmiyeti

Bambolika Pontus Rumcasında uğur böceği demektir. Pontus Rumcası Trabzon'un bazı ilçelerinde konuşulan (Çaykara, Sürmene, Tonya, Of...) bir Rumca lehçesidir. Antik Yunancaya yakın bir dil olduğunu okudum. Kaybolma riskiyle karşı karşıyadır. Benim anadilimdir.

Uğur böceğini insanlar uğurlu sayarlar çünkü tarım toplumunda yararı fark edilmiş bir böcektir. Hoş hâlâ öyledir. İlaçlarla yiyeceklerini telef etmese insanoğlu yararları devam edecekti. Ekinlere musallat olan küçücük bitleri afiyetle yer bambolika. İşte bu sevilen böceğin adını kendime edindim.

Bundan sonra bu isimle buralarda yazıyor ya da belki zararlı bit öğütüyor olacağım. Ne yazık insan zararlısını öğüten bir uğur böceği cinsi yok!